“Bayram değil, seyran değil, bu adamlar da nerden çıktı şimdi? Bir başkan olma fikri attılar ortaya; kaç gündür ne uyku kaldı, ne bir işe bakabildim. Hem, kim bunlar? Selamsız sabahsız,..
“Bayram değil, seyran değil, bu adamlar da nerden çıktı şimdi? Bir başkan olma fikri attılar ortaya; kaç gündür ne uyku kaldı, ne bir işe bakabildim. Hem, kim bunlar? Selamsız sabahsız, alacaklı gibi gelmişler kapıma… Tavırlarına bakarsan, kırk yıllık dostuz sanki. Yıllardır görmediğim, karşılaşmadığım; çocukluktan hatırladığım; yemişliğimiz, içmişliğimiz olmayan köylüm. Sadece köylüm. Tek ortak yanımız bu. Çıldıracağım yahu! Niye baştan olmaz deyip de kestirip atmadım anlamadım ki? Düşünecekmişim… Al düşün bakalım. Düşün düşün boktur işin! Ha bir de evdekiler; hanım, oğlan, ‘Çok iyi olur! Hemen kabul et baba! Ne düşünüyorsun, düşünecek ne var bunda?’ demezler mi. Allahtan aklı başında bir kızım var da, ‘Bu konu çok ciddi baba, ince eleyip sık dokumak lazım. Hem bu adamların partisi… Yani aday olacağın partiyle senin uzaktan yakından bir ilgin yok ki… Gelen adamlar bunu bilmiyorlar her halde’ diyerek, konunun başka ve çok önemli bir yönüne de parmak basıyordu. Amcaoğlu benim kim olduğumu, ailecek hangi partili olduğumuzu bilmez mi? Laf! Bilmiyormuş gibi davranıyor aklı sıra. Hem böyle aday mı belirlenirmiş, böyle seçim mi kazanılırmış? Bu nasıl iştir, aklım almıyor”
“Köyden çıkalı 40 yıl oldu; yılda bir iki kez bile gitmişliğim yok. Eskileri az çok tanısam da 40 yaşın altındakileri hiç tanımam. Ayrıca bizim mahalle, kasabanın en küçük mahallesi; siyasi olarak hiçbir ağırlığı yok. Diğer mahalleler belediye başkanlığını kaptırır mı bakalım? Hele üç dönemdir seçilen ve hala da en güçlü aday olarak ortaya çıkan Emin ağa varken seçim kazanmak kolay mı? Tepeden inme, ısmarlama bir aday mı olacağım ben şimdi? Bu işin hiçbir mantığı da yok, şansı da. Sanki koskoca kasabada hiç adam kalmamış gibi bana geliyorlar. Tamam, lise mezunuyum. Memur emeklisiyim. Devlet kapısını şöyle böyle biliyorum. Derdimi anlatabilirim. Az çok akçalı işlerden de anlarım… Kasabanın sorunlarını şimdilik tam olarak bilmesem de öğrenirim ve çözüm bulma konusunda gayret sarf ederim. Ama tüm bunlar yeter mi?” diye diye kıvrandı durdu günlerdir Aslan Yılmaz. “Daha aday bile olmadan yedi bitirdi beni, bu Belediye Başkanlığı.” dedi karısına. “Onun bunun, hemşerinin hatırına yenecek nane değil bu Başkanlık… “diyordu demesine de karısı başka havalardaydı…
“Sen gözünde fazla büyütüyorsun bu Başkanlık işini. Ne var bunda bu kadar büyütecek? Herkes ne kadar yapıyorsa sen de o kadar yaparsın. Ayağına kadar gelmişler, başkanımız ol demişler, sen oturmuş kara kara düşünüyorsun. Ayol, ‘Millet bunun için birbirini yiyor, olmadık oyunlar oynuyor’ diyen sen değil miydin? Al sana bir fırsat; kendi ayağıyla evine kadar gelmiş. Bir de sen denesen ne olur, kıyamet kopmaz ya. Benden söylemesi. Yine de sen bilirsin.”
“Hanım iyisin hoşsun da, bu işler senin düşündüğün kadar kolay değil. Bu kasaba milletini sen bilmezsin; kırk yıl sırtında taşırsın da bir teşekkür etmezler, ama bir kere sırtından indirince tefe korlar adamı. Aslansın, kaplansın; sen şöyle adamsın, böyle adamsın… Yapanlardan bir eksiğin mi var; sen de yaparsın, edersin, arkanda biz varız… Sen aslında daha üst makamlara yakışırsın gazıyla olmaz bu iş. Ben “zübük” müyüm?”
“Zübük de neymiş?”
“Anlatması zor şimdi sana; daha sonra anlatırım. Bakıyorum da, sen hemen gelin güveyi oluverdin. Daha aday bile olmadan, lafı bile yetti sana başkan karısı olman için. Bak bunun şakası olmaz. Eğri oturup doğru konuşmak lazım. 40 yıldan sonra gidip köyde oturmaya razı mısın? İstersen önce bunu bir düşün bakalım. Ha! Ne dersin?”
“Hep birlikte köye taşınacak değiliz herhalde. Biz burada kalırız, sen gider gelirsin. Olmaz mı?”
“Vay vay vay!! Hemen de başınızdan atmaya hazırlanıyorsunuz ha!”
“Sen de hemen alınma şimdi! Çocukların okulları var; onları bir başlarına mı bırakacağız? En azından bir süreliğine birimizin başlarında kalması gerekmez mi? Hem sen, ‘Çocuklar köyü, hısım akrabayı bilmez oldular’ demez misin? Al işte! Bu sayede çocukların da bir köy görür; hısım akraba tanır. Pek de lazım ya.”
“Sana da iyilik yaramıyor. Hem hısım akrabayı küçümsersin, hem de getirdikleri teklife atlarsın. Ne diyeyim sana şimdi? Gelenler hısım akraba değil mi? Yoksa bunlar elek üstü mü?”
“Hısım akraba dediklerin 40 yıl sonra mı gelir, bir akrabasının evine? Şimdi konuşturma beni. Sana ihtiyaçları olmuş ki gelmişler kapına. Yoksa yok. Demem şu ki, akraba akrabanın yarasına affedersin kırk yılda bir işer. Bakalım bu kez kim kimin yarasına merhem olacak.”
“Çok şükür bir yaramız beremiz yok. Yok olmasına da, ilerde olsun da istemiyorum; korkum endişem bundan. Durumumuza bir baksana: Başkanlığın lafı bile aileyi parçalamaya başladı. Ben gidermişim, siz kalırmışsınız. Hasbelkader bir de Başkan oluverirsek, o zaman ne hallere düşeriz kim bilir?”
Neyse ki seçime daha nerden bakılsa beş aydan fazla zaman vardı. Gelen teklifle ailecek bir dalgalanma yaşamışlarsa da, verecekleri karar, onları her iki durumda da rahatlatacaktı. Ancak olayı baştan niçin kestirip atmadığını hala anlayamıyor, “İçimde gizli gizli bir başkan olma düşüncesi mi var acaba?” diye kendini sorgulamadan da geri kalmıyordu Aslan Yılmaz.
On gün sonra amcaoğlu Hasan, kendisi gibi sakallı iki kişiyle tekrar geldi; onu partilerinin il kongresine davet ettiler. Bu da nerden icap etti şimdi dercesine soğuk bir yüz ifadesiyle amcaoğluna bakınca, amcaoğlu, “Aslan abi, biz seni az çok tanıyoruz. Senin bizim partiye ne kadar uzak durduğunu ve ne kadar soğuk baktığını da biliyoruz. Bizim partiye gelirsin gelmezsin, adayımız olursun olmazsın, o ayrı konu. Bunun için seni kimse zorlayamaz. Sadece, olumlu veya olumsuz bir karar verebilmeni kolaylaştırabileceğini düşünerek partimizin kongresine davet ediyoruz. Bu sadece bir davettir. Bunun adaylık teklifimizle doğrudan bir ilişkisi de yoktur. Davetimize icabet etsen de etmesen de, teklifimiz geçerlidir. Ancak şunu da söylemem gerekir ki, seçim propogandasına geniş bir zaman ayırabilmek için önümüzdeki ayın ortasına kadar adayımızı belirlemek zorundayız. Bu yüzden karar verme sürecini biraz kısa tutarsak iyi olur” açıklamasını yapma ihtiyacı duymuştu.
“Bak emmioğlu evime geldiniz, bana bir teklif getirdiniz. Doğduğum ve bir dönem ekmeğini yediğim, suyunu iştiğim ve havasını soluduğum köyüme hizmet etme fırsatı vermeye hazır olduğunuzu söylediniz. Beni şereflendirerek şaşırttınız. Bu yüzden size tekrar tekrar teşekkür ediyorum. Daha önceki gelişinizde ‘benim partinizle, siyasi görüşlerinizle uzaktan yakından bir alakamın olmadığını da bilmenize rağmen niçin bana geldiniz dediğimi’, sizin de, ‘Bizim için siyasi görüş önemli değildir, artık sağ sol diye bir şey kalmadı, önemli olan halka hizmettir, halka hizmet ise hakka hizmettir. Bu hizmeti de 30 yıllık memuriyet tecrübesiyle benim verebileceğimi’ ifade ettiğinizi hatırlıyorsunuz. Diyelim ki tüm bu söyledikleriniz doğrudur, katılıyorum. Diyelim, aday da oldum. Bu durumda, 40 yıldır köyünden uzakta yaşayan, seçmenin büyük çoğunluğunu hiç tanımayan, dört mahallenin en küçüğünden olan; eskilere sorarsanız, ‘Şu Komünist Aslan mı?’ dedikleri birinin, eğer elinizde sihirli bir değneğiniz yoksa nasıl seçilebileceğini söyler misiniz bana? Üstelik karşısında üç dönem belediye başkanlığı yapmış ve hala en ağırlıklı mahallenin desteğini almaya devam eden biri karşısında şansı nedir? Hem ben emekli, “cıbıldak” bir memurum; ortada bir birikimim, paraya dönüştürebileceğim malım mülküm de yok ki harcayabileyim.
“Bu iş eninde sonunda parasal güce dayanır arkadaşlar. Gelin siz beni bağışlayın, daha uygun birini birlikte bulalım. Emmioğlu sen ne güne duruyorsun? Nerden baksan 25 yıldır Almanya’dasın; malın da, mülkün de, paran da var. Neyin eksik? Eğitimin mi? Avrupa görmüş adamsın! Görmüşlüğün yeter senin bu köylüye. Daha ne istiyorsun? Kasabalı daha ne istiyor?” dedi ve misafirlerine derdi mi anlatabildim mi dercesine şöyle bir baktı. Emmioğlu Hasan gülümsüyordu. Çay bardaklarından birer yudum alarak, oturuşlarını belli belirsiz değiştirme ihtiyacı duydular. Her ne kadar sağ sol bitti, esas olan hizmettir deseler de “Komünist Aslan” lafından rahatsız oldukları belliydi. Takiyye yapıyorlardı ve bu özellikleri onların en başarılı oldukları yönleriydi. Ancak bu konuda bir uzman kadar yetenekli olduğunu sonraları daha iyi gösteren Emmioğlu Hasan hazırlıklıydı.
“Aslan abi sen hiç merak etme biz seni bazı yönlerinle zaten biliyorduk, bilmediğimiz yönlerini de sorduk soruşturduk. Öncelikle şunu söyleyeyim: Sende, bizde olmayan ama seçimi etkileyecek özelliklerin olduğunu gördüğümüz için burdayız. Tabiki ben de aday olabilirim, ama bana sadece bir kesim oy verir, oysa sana bizimkiler eksiksiz oy verdiği gibi, diğer parti tabanlarından da oy gelecektir. Bilirsin en basit seçim bile bir hesap işidir. Biz bu seçimde bir çok yerde, kendi tabanımıza değil diğer parti tabanlarına oynuyoruz senin anlayacağın…”
“Vay anasına!! Adamlara bak! Benim ‘komünistliğimi’ bile lehlerine kullanabileceklerini düşünüyorlar bunlar. Öyle ya benim gibi bir adamı bile ikna etmişler, aday yapmışlarsa gerisini siz düşünün demezler mi? Ben de zannettim ki… Vay anam vay! Adamlar nerelere ulaşmışlar, neleri hesaplamışlar biz uyurken. Korkulur bunlardan!” diye geçirdi içinden Aslan Yılmaz. Emmioğlu Hasan konuşmasına devam ediyordu.
“Propaganda masraflarını bize bırak; birlikte bir program yapacak onu uygulayacağız. Merak etme senin uygun görmediğin hiçbir programa yer verilmeyecek. Şimdiden söylemekte bir sakınca görmüyorum, hatta zaruri görüyorum: Seçim masraflarını gönüllü bağışlarla karşılayacağız. Almanyadaki arkadaşlar sağolsunlar, bağış toplamaya başladılar bile. Emin başkana da fazla kafanı takma; kendisi yeterince yorulmuş ve yıpranmış durumda. Küçümsüyor değiliz, ama fazla da büyütmüyoruz. Kazanmak için tabiki sihirli değneğimiz yok, ama daha etkili olduğuna inandığımız başka araçlarımız var. Bunları zamanı gelince hep birlikte göreceğiz. İddiamız o ki: Allahın izniyle üç büyük şehirden ikisini kazanacağız!”
“Atma şimdi emmioğlu! Gücünüzü biraz abartmıyor musun? Tamam, hocanın bu tarz konuşmalarını yıllardır duyuyoruz ve gülüyoruz tabi. Ancak, inandırıcı olmak için biraz daha ölçülü olmak gerekmez mi? Her neyse… İl kongrenize gelmeye çalışacağım, sonra da kararımı bildiririm. İnşallah hayırlı olur.”
***
Spor salonu ağzına kadar, hınca hınç doluydu. Herkesin heyecanı yüzüne vuruyordu. Genellikle orta yaş üstü insanlardan oluşan, tamamen erkeklerden oluşan, yarı yarıya sakallı kalabalık içinde, genç gruplar da kendilerini gösteriyorlardı. O anda orada, binlerce kişinin oluşturduğu ortamda Türk Bayrağından başka her şeyin kendine yabancı olduğunu fark etti Aslan Yılmaz. Senaryosunu kimlerin yazdığını bilmediği bir filmin, ezberini unutmuş, yapayalnız bir figüranı gibi hissediyordu kendini. Bu sadece kötü bir rüya olmalıydı… Hiçbir konuşmayı sonuna kadar dinleyemedi ve alkışlamadı. “Ben yanlış bir yere geldim herhalde; gördüğüm insanlar bilmediğim, tanımadığım başka bir dünyadan gelmişler gibi. Buraya ait değilmişim gibi geliyor bana. Ne işim var benim burada?” diye düşünürken, Aslan Yılmaz’ın içi kabarmaya başladı. Kan ter içinde kaldı; kendini çöle vurmuş bir mecnun gibi hissetti bir an. Kalkıp gitmek istedi, yapamadı; görünmez bir el onu tutuyordu sanki.
O salondan hiçbir yorum yapmadan bir yabancı gibi ayrılmasından iki gün sonra, kendisine yakın bulduğu, siyasetle ilgilenen; hatta bir ara milletvekili aday adayı da olan, komşu mahalleden bir avukat arkadaşına gitti. Yapılan teklifi, sonrasında yaşadıklarını, düşündüklerini, yakın çevresindekilerin tutumlarını ayrıntılı olarak tek tek anlattı ve “Bu durumda sen olsaydın ne yapardın? Bana ne yapmamı önerirsin?” diye sordu. Av. Aziz Çelebi biraz düşündü ve dikkatle dinlediği arkadaşına,
“Aynı kasabadanız ama sana gelenleri hiç tanımıyorum. Onlardan biraz daha bahsetsene… Tam olarak kimdir bunlar, siyasete nasıl bulaşmışlar? Mensubu oldukları parti içindeki etkileri nedir? Sana karşı ne kadar samimidirler? Kasabamızda siyasi bir karşılıkları var mıdır?” diyerek kişiler hakkında daha ayrıntılı bilgi edinmek ve gerçekten ne yapmak niyetinde olduklarını öğrenmek istedi.
Arkadaşına bildiği her şeyi anlattı. Son olarak da: “Bunlar için seçimi kazanmaktan öte benim gibi insanları aday gösterebilmek dahi büyük bir başarıdır. Bunlar stratejik düşünüyorlar; amaçları gerçek iktidarlarını kurmaktır. O gün geldiğinde eminim ki bize ihtiyaçları kalmayacaktır. Tamam, beni kullanmak istiyorlar, ama samimiyetlerine de inanıyorum. Kabul edersem kesin adayımdır. Bundan hiç şüphem yok!” dedi ve sustu Aslan Yılmaz. Konuyu ailesi dışında birisiyle paylaşmak rahatlatmıştı onu. Arkadaşının ne diyeceğini merak ediyordu şimdi.
“Aslında bahsettiğin siyasi hareketi yaklaşık 25 yıldır izliyoruz. Bakma sen, 12 Eylül darbesi bütün siyasi partileri kapattı, liderlerinin bir kısmını gözaltına aldı, bir kısmını tutukladı yargıladı; siyasi faaliyetlerini yasakladı ama bu sadece görünen kısmıydı olayın. Gerçekte yapılan, Türkiye’nin düşünen, aydın, yurtsever, antiemperyalist, Atatürkçü, devrimci, milliyetçi hatta ülkücü gençlerini, bilim insanlarını susturup, cemaatlere ve işbirlikçi dinci örgütlere yol açmak oldu. Sana gelince. Kaygılarına katılıyorum; seni kullanmak istiyorlar. Ama diyebilirsin ki ben de onları kullanırım, karşılıklı yararlanırız. Fakat senin bu faydalanman da, vereceğin karar da kişisel olacaktır. ‘Ömrümün sonunda memleketime bir hizmetim olsun, ona olan minnet borcumu böylece ödemiş olurum’ diyebilirsin. Bu da çok kolay bir tercih olmaz mı? En iyisi seninle küçük bir anket çalışması yapalım. Ne dersin?
“Olur tabi, yapalım. Nasıl bir anket bu?”
“Ben sana, gayet basit üç soru soracağım, sen de bana sadece evet veya hayır diye cevap vereceksin. Eğer herhangi bir soruya dahi hayır cevabı verirsen teklifi kabul etmeyeceksin. Oldu mu?”
“Tamam oldu. Sor bakalım! Neymiş bu soruların, görelim.”
“Sana ilk sorum şu: “Belediye başkanlığı görevi senin kişiliğine, sosyal yapına, aldığın eğitime uygun bir iş mi?”
“Kesinlikle hayır! Hiç de bana göre bir iş değil.”
“Aslında diğer soruları sormasam da olur, ama yine de sormak istiyorum. Eğer birinci soruya evet deseydin, sana adaylık teklifi yapmasını istediğin partinin, sana bu teklifi getirenlerin partisi mi olsun isterdin?”
“Kesinlikle ona da hayır!”
“Peki üçüncü soruyu da soralım da işi pekiştirelim bari: Eğer önceki iki soruya da evet deseydin, Belediye başkanı olman için bu seçim dönemi senin için uygun bir dönem olur muydu? Tamam! Kasaba Belediye başkanlığına aday olmamın tam zamanı diyebilir misin?”
“Kesinlikle buna da hayır diyorum! Kendimi hiçbir şekilde hazır hissetmiyorum.”
“O zaman ne düşünüyorsun? Sen kararını çoktan vermişsin arkadaş. Git, kabul etmediğini söyle, kurtul bu işkenceden.”
“Bence de en iyisi bu. Yapacak da başka bir şey yok zaten” dedi ve vedalaşarak ayrıldı arkadaşının bürosundan Aslan Yılmaz.
Kararlı bir şekilde ayrılmıştı, ama içinde başka bir duygu ve zaman zaman depreşen bir huzursuzluk vardı kaynağını bilemediği. Şehrin en işlek caddesinde dalgın dalgın yürüdü bir süre. Eve gitmek, hemşerilerini görmek, bir tanıdıkla karşılaşmak da istemiyordu. Suç işlemiş de yakalanacakmış gibi davranıyor, içindeki tedirginliği aşamıyordu bir türlü. Sersem tavuk gibi dolaşırken, rastgele bir kahvehaneye girdi. Boş bir masaya oturarak üst üste iki bardak çay içti, iki tek atar gibi… Buraya daha önce gelip gelmediğini düşündü. Hatırlayamadı. Henüz öğlen bile olmadığından sadece iki masada okey oynanıyordu. “Bunlar ya emeklidirler, ya da işsizdirler” dedi içinden. Duvardaki, fotoğraftan basılma, rastgele asılmış resimlere baktı; eskimiş, renkleri solmuş bir resimde atlar, diğerinde de yedi göller olduğunu tahmin ettiği bir manzara dikkatini çekti; gitmediği bir yerdi.
Kahvehane, bildik ve tanıdık bir yermiş gibi gelmedi ona. Fazla oturamadı, burası da sıkmıştı. Rahatlamak için daha sakin bir yere ihtiyacı olduğunu düşündü. İçtiği çayların parasını öderken: “Meram’a gitmeliyim! Orada kimsenin rahatsız etmeyeceği sakin bir köşe bulabilirim belki” dedi içinden. Tam kahvehaneden çıkarken aracı geldi aklına ve bir anda nereye park ettiğini hatırlayamadı. Kısa bir panikten sonra Avukat arkadaşının bürosuna yakın bir yerdeki otoparkta olduğunu hatırlayınca rahatladı. Ancak yürümek bahanesiyle oradan biraz uzaklaştığını ve aynı yolu tekrar yürümesi gerektiğini fark etti.
***
Doksan bir model, beyaz renkli şahin marka bir araçla seyreden Aslan Yılmaz’ın içinde tuhaf, önüne geçemediği bir duygu gittikçe büyüyordu. Böyle bir durumu daha önce yaşayıp yaşamadığını aklından geçirdiyse de kesin bir sonuca varamadı. İçi kabarıyor; sevinç, mutluluk, korku, tedirginlik; büyüklük, onur, beceri ve üstünlük duygularının hepsi birden sanki içinde bir kaos oluşturuyordu. Bu da neydi?
Meram Yeni Yolun sonunda, aracını uygun bir yere park ettikten sonra, köprünün sağındaki çay bahçesine girdi. Dere kenarındaki en son masadan bir önceki masaya oturdu. Ekimin son günleriydi ve buranın mevsimi bitmek üzereydi. Şöyle çevreye bir göz attı. Derenin karşısındaki çay bahçesi bu yıl işletmeye açılmamıştı. Söylentiye göre, müstecirle belediye arasında hukuki bir anlaşmazlık yaşanmış, konu mahkemeye intikal etmişti. Çamların dışındaki ağaçların, yapraklarını büyük ölçüde dökmesiyle, terkedilmiş bir yer görünümündeydi şimdi. Ayrıca, Sonbaharın hüznü sinmişti her şeye. Eski, ta otuz yıl önceki hali gözünün önüne geldi: “Hey gidi günler hey! Karşıda içkili bir lokanta; sahnede Bedia Akartürk, genç ve güzel sesiyle inletiyordu ortalığı… Sonra Adnan Şenses; meşhur olma yolunda ilk adımlarını attığı yıllar… Biz parasız gençler de buralardan izlemeye çalışıyorduk, ağaçların arasından görebildiğimiz kadarıyla.” diye geçirdi içinden. Bir tuhaf oldu; hüzün bulutları dolaştı önünde, tül perdeler gibi. O yıllar, şehrin tek mesire yerinde herkes, mutlaka bir köşe bulurdu kendine ve ortak bir kültürü yaşamanın keyfini çıkarırlardı. İnsanların daha az sorunlu, daha mutlu ve huzurlu olduğu yıllardı…“ diye düşünürken,
“İçecek bir şey ister misin abi?” deyince garson, kendine geldi.
“Çay, çay!” Dedi suçluluk ve yakalanmışlık telaşıyla. O zaman ortamın serinliğinden dolayı üşümeye başladığını fark etti birden. Yakın çevresinde kimse yoktu. Bahçenin girişine yakın masalarda sadece birkaç kişinin olduğunu gördü. Onların da hepsi erkekti. “Huzur verici bir sakinlik…” diye düşündü. Sonra da buraya niçin geldiğini hatırlayarak içindeki coşku mu, kuşku mu, sevinç mi, korku mu, hüzün mü olduğunu tam anlayamadığı iç dünyasına odakladı kendini. Son günlerde yaşadıklarını, düşündüklerini, konuştuklarını ve bugün Av. arkadaşının uyguladığı ankete verdiği yanıtları tek tek gözden geçirdi ve kendine, “Ben ne istiyorum, içimdeki değişik duyguların ve çatışmanın kaynağı ne?”sorusunu sordu ve yanıtını da şöyle verdi:
“Evet! Bu insanların partileriyle ve siyasi görüşleriyle uzaktan yakından bir ilişkim yok. Beni kullanmak istediklerini de bir şekilde kendileri söyledi. Benim onları kullanma şansım var mı? O da yok! Bunların partileri hasbelkader iktidar olsalar bize ne yaparlar Allah bilir! Bize ne yapacakları bir yana memleket nerelere gider? Afganistan’a mı, İran’a mı, yoksa S. Arabistan’a mı?… Tüm bunlara rağmen ben tekliflerini hala niye ret edemiyorum da kıvranıp duruyorum? Başkan olma önerisi cazip mi geldi? Hoşuma mı gitti? Yoksa egomu okşayıcı, güçlendirici bir etki mi yaptı? Tamam hoşuma gitmedi, gururlandırmadı değil. Elbette onur verici bir öneri olduğunu da biliyorum. İlk kez halkın karşısına, bir iddia ile görücüye çıkar gibi çıkmak, onların desteğini almak dayanılmaz güzellikte bir durum. Kim buna hayır diyebilir ki? Tüm bunlara rağmen neden evet diyemiyorum?
“Delireceğim yahu! Bu nasıl bir belaymış?… Ulan emmioğlu! Durup dururken şu yaşadıklarıma bir bak! Şimdi bütün geçmişimi, düşüncelerimi, hayallerimi, kimliğimi, kişiliğimi bir çırpıda nasıl yok sayarım? Kırk yıldır peşinden koştuğum partimi bir adaylık için nasıl silip atarım? Hiçbir şey olmamış gibi nasıl davranırım? O yüzden içimde bir kaos var; duygularım düşüncelerim, yani iki yanım çatışıyor. İki cami arasında kalmış beynamaza döndüm. Bir yanım, ‘Kasabanıza başkan olma şansını sunuyorlar sana! Daha ne düşünüyorsun? Salak mısın sen?’ derken. Diğer yanım, ‘Bu partiden mi aday olacaksın? Partini terkedip de bu insanlarla mı çalışacaksın. Değer mi? Sana ne diyecekler hiç düşündün mü? Hain diyecekler. Dönek diyecekler…’ diyor.
“Şimdi ben ne yapacağım? Ulan Aslan şu düştüğün hale bak! Sen bu hallere düşecek adam mıydın? Bir kez bile oturup çay içmediğin adamlar mat ettiler seni. Önüne bir yem attılar allak bullak ettiler kafanı be adam. Siyaseten iki laf bile edemedin karşılarında. Bu muydu senin solculuğun, hani nerde o eski devrimciliğin. Eskiden üç beş kitap okurdun da ağzın biraz laf yapardı. Onları da yaktın bir bok varmış gibi korkundan. Bırak siyasi konulara kafa yormayı, yıllardır oy verdiğin partiye üye bile olmadın gitti! Ne zamandır savruldun gittin be aslanım! Evde çoluk çocuğun, dışarda da yeni yetme iki politikacının oyuncağı mı olacaksın şimdi? Lök gibi evinde oturup, bir şeyler yapmayı başkalarından beklersen olacağı budur; içi boş bidona dönersin böyle ve içine atılan her lokmayı yutacak hale gelirsin.
“Bir gün birileri gelir de kulpundan tutup sürüklerse şaşırmayacaksın. Sen koflaşmış bir hiçsin be aslanım. Bunu itiraf etmenin zamanı geldi de geçiyor bile. Ya da çık karşılarına hayır de ve neden hayır dediğini adam gibi söyle… Böylece kendine de, ailene de, onlara da bir iyilik yapmış olursun. Çünkü bu saatten sonra senden bir bok olmaz artık. Yazıklar olsun sana ki, bunu yapmaktan bile acizsin.” diye söylendi durdu kendi kendine. İçten içe kendini sorgulaması zor geldi. Duramadı yerinde, “buradan da sıkıldım” diyerek ayaklandı. Sanki kendinden kaçıyordu; daha çok da geride bıraktığı Aslan’dan… Çıkışta çay parasını vererek hızla yürümeye başladı.
O gün Aslan Yılmaz, akşama kadar orada burada, ikilem içinde, sokak kedisi gibi dolaştı durdu. Boşa koydu dolmadı, doluya koydu olmadı; labirent içindeki fareye dönmüştü adeta. En sonunda bu konuda tek başına karar veremeyeceğini düşündü ve işi, eşi ve çocuklarına bıraktı.
Akşam karısı, “Avukat arkadaşınla görüşecektin bugün, görüştün mü, ne dedi?” deyince, aralarında geçenleri, en ince ayrıntısına kadar anlattı. Peşi sıra da gün boyu neler yaptığından, aklından neler geçirdiğinden bahsetti. Bunun üzerine karısı biraz da sitem ederek, “Bunca yıl kocamsın, senden hiçbir zaman aşırı bir şey istemedim, aramızdaki ufak tefek tartışmanın dışında ciddi bir huzursuzluk yaşamadık. Bana her zaman iyi davrandın, çocuklarımıza iyi bir baba oldun. Sana teklif getirenler bu özelliklerinden dolayı geldiler. Senden daha dürüst, daha iyi aday bulamadıkları için geldiler. Tamam biz hepimiz yıllardır başka partiye oy verdik. Verdik de ne gördük? Söyle ne gördük? Sen ne gördün? Doğru dürüst hükümet bile olamadılar. Bir ara yarım yamalak oldular gibiydi, onu da ağızlarına yüzlerine bulaştırdılar. Şimdi de hiç umut vermiyorlar. Ne yapalım? Oturup, kumrular gibi kara kara düşünelim mi? Yoksa başımıza konmak üzere olan talih kuşunu tutalım mı? Siz ne dersiniz bilemem, ama ben tutalım diyorum.”
Aslan Yılmaz’ın içinden geçip de söyleyemediği acı gerçeği karısı söyleyivermişti: “Yıllardır oy verdiğimiz partiden bu güne kadar ne gördük? Doğru dürüst bir hükümet bile olamadılar.”
***
Yaklaşık iki ay sonra Av. Aziz Çelebi’ye uğrayan bir arkadaşı laf arasında Aslan Yılmaz’ın, kasabalarına Ferah Partisinden Belediye Başkanlığı için aday olduğunu söyleyince,
“Ne dedin sen, ne dedin? Aslan Yılmaz! Şu bizim ‘Komünist Aslan Yılmaz!’ Ferah Partisinden ha? Aday olmuş ha! Olamaz! Olamaz böyle bir şey! Vay anasına vay! Vay hergele vay! İnanılır gibi değil! Yahu bu dünyada neler yaşanıyor? Nerelere savruluyor insanlar böyle? Ben de Aslan’ı bir adam sanırdım. Vay be! İnsan çiğ süt emmiş derlerdi de inanmazdım” diyerek tepki verişine arkadaşı şaşırmış, gözleri kocaman kocaman onun hareketlerini izliyordu.
“Ne oldu sana Aziz, bu ne tepki böyle? Tamam biraz tuhaf olmuş, ben de yakıştıramadım ama, senin bu aşırı tepkini de anlamış değilim. Benim bilmediğim bir şey mi var? Söyle de biz de bilelim. Bilelim ki ona göre davranalım. Ne de olsa, Aslan kırk yıllık ortak arkadaşımız.”
“Yok bir şey, yok! Sadece biraz fazla şaşırdım. Ondan bunu hiç beklemiyordum. O yüzden tepkim biraz aşırıya kaçtı. Hepsi bu” dedi. Demesine demişti ama Aziz Çelebi’nin içinden de onarılması imkansız bir şeyler kopmuştu.
“Sen yok bir şey diyorsun, ama bende başka haberler de var: Bizim ‘Komünist Aslan’ karısıyla birlikte umreye gitmiş. Hem de bırakıverdiği kap kara sakalıyla.”
“Artık bundan sonra onunla ilgili hiçbir habere şaşırmam ben! Gitti o partiden aday oldu ya gerisini de koy ver gitsin. Görürürsün bak! Aha şuraya yazıyorum, umreden döndükten sonra, doğru dürüst Cumaya bile gitmeyen bu adam beş vakit namaz da kılmaya başlar. Kasabasına Belediye Başkanı olabilmek için onların her dediğini yapacaktır artık; sarı öküz verilmiş, omurgalar kırılmış, dönüşü olmayan bir yola girilmiştir.” dedi Av. Aziz Çelebi. Bu tepkinin siyasi ahlaktan mı, yoksa kıskançlıktan mı kaynaklandığını kendisi de bilmiyordu.
***
Aslan Yılmaz seçimi, zor da olsa kazandı ve kasabalarına Belediye Başkanı oldu. Bir muhalefet partisinden seçilmesine, bundan kaynaklanan kaynak ve başka sorunlara; dört mahalleden oluşan bir belde de büyük ölçüde kıskançlığa dayalı insan ilişkilerinin oluşturduğu sıkıntılara rağmen bir sonraki seçimi de kazanarak on yıl başkanlık yaptı. Avukat arkadaşına bir daha uğramadı, ortak tanışların veya hemşerilerin düğün ve cenazelerinde karşılaştıklarında da ya küçük bir merabayla geçiştirdiler ya da birbirlerini görmemiş gibi davrandılar. Aslan Yılmaz başkanlığın tadını almıştı. Küçük bir kasabada da olsa güce, erke, popülizme ve belli bir saygınlığa alışmış egosu daha da istiyordu ve üçüncü kez aday oldu. Ancak, bu kez onu bir sürpriz bekliyordu. Karşısına en güçlü aday olarak Av. Aziz Çelebi’nin abisi Cengiz çıkmıştı. Kadere bakın ki, on yıl önce, arkadaşı Aslan Yılmaz’ın, Ferah Partisinden aday olmasını içine sindiremeyen Av. Aziz Çelebi bu kez Mevlana’ya özenerek, “Dünle beraber gitti cancağazım. Ne kadar söz varsa düne ait. Şimdi yeni şeyler söylemek lazım!” diyenlerin kervanına katılan abisiyle karşı karşıya geldi. Karayollarından emekli abisine söylemediğini bırakmadı; haysiyetten girdi, siyasi tutarlılıktan, namustan çıktı. Cumhuriyet dedi, devrimler dedi olmadı. Çok geç kalmıştı Av. Aziz: “Tüm bunları zamanında yeterince söyleyemediğim için kahroluyorum, içim içimi yiyor; dostlarımdan utanıyorum” dedi yakınlarına. Zamanı geri alamamış, yaşananları da yönetememişti. Malum partiyle benzer özelliklere sahip ve zaman zaman da ittifak yaptığı bir başka sağ eğilimli, marjinal bir partiden aday olan abisine destek vermedi. Buna rağmen seçimi kazananınca da dört ay konuşmadı, ziyaretine de gitmedi.
Celal ULUSOY – 22 Eylül 2018 Karataş- İZMİR
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.