Sabahın körüydü; güneşin doğmasına daha vardı. Uyku ile uyanıklık arasında kapı ziline benzeyen, fısıltı gibi bir ses geldi İbrahim’in kulağına. Polis değildi! O böyle korka korka kapı çalmazdı; vurdu mu..
Sabahın körüydü; güneşin doğmasına daha vardı. Uyku ile uyanıklık arasında kapı ziline benzeyen, fısıltı gibi bir ses geldi İbrahim’in kulağına. Polis değildi! O böyle korka korka kapı çalmazdı; vurdu mu indirirdi Alimallah! Emin olmak için bekledi. Bir horoz sesi karıştı alacakaranlığa. “Komşulardan birinin gecekondu çığırtkanıdır,” diye düşündü. Çok geçmeden, daha güçlü bir zil sesi yırttı geçti sessizliği. Doğruldu yataktan. Karısı da uyanmıştı. “Ne oldu, kapı mı çalındı?” dedi. “Yanlış işitmediysem duyduğum kapı ziliydi. Sen yat ben bakarım!” diye yanıtladı onu. “Bu saatte!.. Hayırdır inşallah!” dedi karısı, yarı uykulu. Dış kapıya yöneldi pijamalı haliyle. Girişin ışığını yakmayı akıl etti son anda. Önce sürgüyü çekti, sonra da anahtarı çevirerek açtı kapıyı. Karşısındakiler iki karanlık yüzdü. Tanımakta güçlük çekti önce, “Sabah sabah kim bunlar yahu?” dedi içinden. Ara lambasının sönük ışığı altında mum gibi sararan yüzüyle bir bayan, yanında da ondan daha uzun, esmer yüzü daha da kararmış bir erkek; korkuluk gibi dikiliyorlardı karşısında. Onlar, kayını Çetin’le karısı Selime’ydi. Şaşkınlıktan ne diyeceğini bilemedi. Karısı içerden, “Gelenler kimmiş İbrahim?” diye seslenmese bir süre daha dikilip kalacaktı kapı önünde. “Çetin’ler gelmiş Kerime” dedi yutkunarak.
Gönülsüz bir sevinç gösterisi içinde “Hoş geldiniz!” diyerek, peşlerine takılmış bir araba soğukla birlikte içeri aldı konukları. “Sizleri de rahatsız ettik bu vakitte kusura bakmayın!” diyen kayınının ağzından ateş gibi çıkıyordu sözcükler. Ateşli sözcüklerin buz taneleri gibi ortalığa döküldüklerini hisseden İbrahim, bir terslik olduğunu hemen anlamıştı. Gösterdiği misafir odasına girdiler hep birlikte. Kerime de gelmişti yanlarına; önce kardeşine sarıldı hoş geldin diyerek, sonra da gelinlerine… Soğuk hava buraya da gelmişti peşlerinden. Aylardan Mayıs olmasına rağmen zemheri gibiydi ortalık. Karı koca birbirlerine baktılar; neler oluyor der gibi.
Bu geliş, geliş değildi… Onları Ağustosta bekliyorlardı. Gürültüye çocuklar da uyanmış, gözlerini ovuşturarak dayanmışlardı kapıya. Koştular dayılarına; ellerini öptüler ikisinin de. Bir bebek sesi bozdu kısa süreli sessizliği, ben de varım burada diyordu sanki. Selime heyecanla kalkmıştı ki, Çetin bir kaplan gibi atıldı, “O çocuğa bir daha dokunmayacaksın kahpe, artık onun anası değilsin sen!” diyerek kolundan tuttuğu gibi oturttu yerine. Bir bomba gibi patlamıştı Çetin’in ağzından çıkan sözcükler. Bir çatışmanın içinde kalmışlardı birden. “Neler oluyor abi? Kahpe de kim?” diye atıldı karmakarışık bir yüz ifadesiyle Kerime. İbrahim, duruma müdahale etme ihtiyacı duyarak, “Sen çocuklarla ilgilen Kerime!“ diye uyardı karısını. Şaşkın ve uykulu gözlerle durumu izleyen kızıyla oğluna da anneleriyle gitmelerini söyledi. Sonra da kayınına dönerek, “Neler oluyor Çetin? Bu gelişiniz pek hayra alamet değil. Sizde bir hal var! Tatsız bir şey mi oldu? Korkutmayın bizi! Anlatın bakalım!” dedi.
Tetiğine basılmış makineli tüfek gibi atışa başladı Çetin. Ağzından çıkan sözcükler kurşun gibi yayılıyordu odaya. Hedefinde ise karısı Selime vardı. “Bu kahpeyi ustabaşının arabasında yakaladık. Meğerse her gün onun arabasıyla gelip-gidiyormuş işe. İşine, yabancı bir adamın arabasıyla gidip-gelen başka neler yapar kim bilir enişte. Hala da ‘…ben bir şey yapmadım!’ diyor da başka bir şey demiyor. El alemin arabasına bin, fingirdeş; sonra da ben bir şey yapmadım de… Seni bir de adamın yatağında mı basacaktık orospu! Benim de bir namusum, şerefim var! Karın onun bunun arabasında dolaşıyor dediklerinde ben ne cevap vereceğim? Söylesene ne cevap vereceğim? Beni rezil ettin, perişan ettin! Sokağa çıkamaz hale getirdin! Seninle evlendiğim güne lanet olsun!” diye veryansın ediyordu. Bu ağır sözler ve hakaretler karşısında Selime garip bir şekilde susuyordu. Hiçbir şey duymamış gibi tepkisizdi. Küçülmüş, pusmuştu oturduğu yerde.
İbrahim bir anlam veremedi bu durumuna. O’na acıyarak baktı. Neden hiç yanıt verme ihtiyacı duymuyordu kocasına? “Bu işte bir iş var, ama ne?” diye geçirdi içinden. Çetin ağzından köpükler saçarak konuşmaya devam ediyordu: “Elimden bir kaza çıkmasın diye zor tutuyorum kendimi. Ben de bunu temiz saf bir köylü kızı diye aldım. Bir gün görsün, Avrupa görsün diye elinden tuttum. Nereden bilebilirdim gözünün dışarda, kanının bozuk olduğunu… Kadir kıymet bilmez vefasızın, nankörün biri çıktı; bir anda darmadağın etti yuvamızı. Beş gündür, ne bir şey yiyebildim ne uyuyabildim. Buraya nasıl geldiğimi de bilmiyorum…
“Bu olaydan sonra karı koca olarak kalmamız imkansız artık. Boşanacağız. Buraya da bunun için geldik apar topar. Kusura bakmayın sabah sabah sizin de huzurunuzu kaçırdık. Kaderimizde bir kahpe yüzünden bu günleri görmekte varmış meğer… Neyse sözü fazla uzatmayalım enişte, vakit geçirmeden sen bize birer avukat buluver de bir an önce bitsin bu iş. Senden istediğimiz bu.”
Ortada oldukça mutlu sanılan bir ailenin hazin sonu sergileniyordu. Ortaya dökülenler ele alınacak türden şeyler değildi. Çetin’in alabildiğine kalabalık sözcüklerle, harman savurur gibi anlattıklarının doğru olabileceğini düşünmekle birlikte, her şeyi abartmak gibi bir huyları olan kayınlarının bu konuyu da gereğinden fazla büyüterek saptırmalarından şüphelenmişti İbrahim. Bu yüzden, aklına takılanları öğrenmek istedi.
“Çetin, Selime’yi sen mi yakaladın ustabaşının arabasındayken?”
“Abim arabadan inerken görmüş. O söyledi”
“Yani, sen görmedin?
“Ben görmedim. İyi ki de görmedim. Yoksa…”
“Abinden başka gören var mı?”
“Abimin söylediğine göre komşulardan da görenler olmuş.”
Birden sekiz yıl öncesine gitti aklı İbrahim’in; Kerime’yle nişanlandıkları günlere… Henüz çiçeği burnunda bir memurdu Karayollarında. Kerime’yle uzaktan akrabalıkları vardı. Öyle aşk evliliği falan değildi onlarınki. Arada bir karşılaşmaları olmuştu düğünlerde bayramlarda. Büyüklerin uygun görmesiyle nişanlanmışlardı. Sonradan Kerime’nin Almanya’da olan abisi Erol, “Kardeşime bula bula bu memur parçasını mı buldunuz?” diye karşı çıkarak nişanı bozmaya çalışmıştı da, büyüklerin araya girmesiyle aşılmıştı bu kriz. O gün bu gündür İbrahim’in, büyük kayınıyla araları biraz soğuktu. Pek hoşlanmazdı ondan. Almanya’ya gitmeden önce inşaat ustalığı yapardı. Ustalığıyla öğünür dururdu. Hiçbir ustayı beğenmez, onları küçümser, alay ederdi. Öyle her şeyi ben bilirim havası, üst perdeden konuşmaları, patavatsızlığı hep rahatsız etmişti İbrahim’i. Almanya’daki hayatı ile ilgili bir takım dedikodular da gelmişti kulağına. Söylendiğine göre karı-kız ayağıyla ilgili hoş olmayan takıntıları vardı. Bu yüzden ondan uzak durmaya, bulaşmamaya çalışmıştı bugüne kadar. İbrahim’in kafasından bunlar geçerken, büyük kayınının bu olaydaki rolünü kestirmeye çalışıyordu. “Gelinle konuşmalıyım. Baksana kadıncağıza; korkmuş, sinmiş, küçülmüş adeta… Beş aydır hasret kaldığı bebeğini görmeye bile cesareti yok. Ağzını açacak hal bırakmamışlar zavallıda. Kim bilir neler yaptılar…?” dedi içinden.
İbrahim bunları düşünürken, yan odada bütün konuşulanları duyan Kerime, kucağında mamayla beslediği bebeğin kadersizliğine ağlıyordu sessizce. “Vah kızım vah! Vah yavrum vah! Daha yaşına bile girmeden bunlar da mı gelecekti başına! Vah benim bahtsız, kadersiz kızım, vah benim küçük bebeğim, Hayriye’m!” diyerek.
“Tamam Çetin! Mesele anlaşıldı… İzin verirsen ben bir de Selime’yle konuşmak istiyorum” dedi İbrahim, söylediklerinden rahatsızlığını belli edercesine.
“Ne konuşacaksın o kahpeyle enişte! Konuşacak bir şey mi kaldı? Suçüstü yakalandı işte; her şey ortada. Kendini boşuna yorma istersen!” Tam da abisinin tarzıydı bu: Her şeyi ben bilirim, ben düşünürüm; benin söylediklerim dışında boşuna dolaşmayın! Doğru sadece bendedir!
“Bak Çetin! Bütün uyarılarıma rağmen altı aylık çocuğu halasına bırakıp gittiniz. En çok ihtiyaç duyduğu aylarda onu anne sütünden, ana kucağından mahrum bıraktınız. Ondan anasını çaldınız! Bunun farkında değil misin hala? Ne uğruna yaptınız bunu? Üç – beş mark daha kazanmak uğruna… Öyle değil mi? Ne olursa olsun annesinden ayırmamalıydınız bu bebeği. Bu konuda biz de dahil hepimiz sorumluyuz ve suçluyuz. Bakalım bu sabinin hakkını nasıl ödeyeceğiz? O yüzden diyorum ki: Selime önce gitsin bebeğiyle hasret gidersin. Borcunun bir kısmını kapatabilir belki… Senin hem büyüğün hem de enişten, bebeğin de manevi babası olarak söylüyorum bunu. Bu arada sen de dışarda şöyle bir dolaşıver; Ankara’nın taze, güneşli bahar sabahı iyi gelir, rahatlatır insanı; toparlarsın kafanı biraz. İleride bir fırın var; iki ekmekle bir kaç da simit alıver gelirken. Misafire bunu söylemek biraz tuhaf kaçtı ama ne de olsa sen misafir sayılmazsın bu evde. Hadi bakalım itiraz da istemiyorum. Tamam mı Çetin? Hem bu kadar gerginlik yaramaz bize. Bu konuyu daha sakin bir kafayla konuşmalıyız.” diyerek ortamı biraz yumuşatmaya çalıştı İbrahim.
Çetin bu kez sesini çıkarmamış, susarak onay vermişti, söylenenlere.
İbrahim için Selime’nin söyleyecekleri önemliydi. Çetin’in anlattıklarıyla yetinemezdi. Hele işin içinde Erol abileri varsa… Bir aile faciasına, bir yanlışa alet olmak istemiyordu. O’nu düşündüren büyüklerden çok çocuklardı. Boşanan anne ve babaların çocuklarının başına gelenleri az çok biliyordu. “Ne yapılması gerektiğine karar vermeden, Selime mutlaka konuşmalı ve yaşadıklarını anlatmalı. Yoksa bunlara kalırsa, zücaciye dükkanına giren ayı gibi her şeyi kırıp döküp, her şeyi ağızlarına yüzlerine bulaştıracaklar. Derleyip toparlamak da yine bizlere düşecek” dedi içinden Çetin’in ardı sıra.
Çocukları tekrar uyutan Selime ile Kerime misafir odasına gelmişti. İbrahim tam Selime’ye bir şey söylemek üzereyken Kerime: “Kız anam nasıl yaptın bunu? Hiç utanmadın mı? Kocanı düşünmediysen iki bebeni de mi düşünmedin?” diye azarlayınca, Selime günlerdir tuttuğu bütün gözyaşlarını koyuverdi. Barajın tahliye kapakları açılmıştı sanki. Bir yandan hıçkıra hıçkıra ağlarken, bir yandan da, “Vallahi ben bir şey yapmadım abla, bana yakıştırdılar. Kimseye anlatamadım. Kimse beni dinlemedi” diye içini döküyordu.
Selime biraz sakinleşince, “Eğer her şeyi anlatırsan, kimsenin dinlemediğini biz dinleyeceğiz” dedi İbrahim. Karısını da, “Sen de söyleyeceklerini sonraya sakla Kerime, sözünü kesmeden dinleyeceğiz Selime’yi” diyerek uyardı
Çantasından çıkardığı selpak mendille gözyaşlarını silen Selime hayatının önemli bir kesitini anlatmaya başladı ta baştan: “Evlendiğimde daha 15 yaşındaydım biliyorsunuz. Köydeydim. Kasabayı bile görmemiştim henüz. Aynı köyden olunca birbirimizi az çok tanıyorduk. Kısmetmiş, halamın da araya girmesiyle evlendik. Mutluydum. Birden büyüdüm; büyük şehirler gördüm. Birçok genç kızın hayalindeki Almanya’yı gördüm. Çocuklarım oldu. Ama ne olduysa geçen yıl oldu. Çetin nerden aklına koyduysa, ‘Seni de bir işe sokalım, sen de çalış. Üç yıl sonra da Türkiye’ye dönelim!’ demeye başladı. Adam birden para delisi olmuştu. Ben, ‘Daha bebeğimiz çok küçük, bu haliyle kim bakar, kime bırakırız. Biraz büyüsün; hiç olmazsa üç yaşını doldursun ondan sonra bir düşünürüz’ desem de, Nuh deyip peygamber demiyordu.
“Bir türlü caydıramadım. Bu yüzden altı aylık yavrumu size emanet ettik. Sizden Allah razı olsun. Çok iyi bakıldığını biliyorum. Bir anne üç kuruş için bunu nasıl yapar diyerek beni kınadığınızı da biliyorum. Size hiç de gücenmedim, gücenmem de… Elimden bir şey gelmedi. Bütün çabalarıma rağmen kocamı ikna edemedim. Çaresiz kalmıştım. Sonradan öğrendiğime göre Erol abim böyle bir karar alınca bizimki de ona uymuş. Oğlum da babaannesindeydi zaten. Sıra bana bir iş bulmaya gelmişti. Oturduğumuz kasabada tekstil fabrikaları vardı. Türklerin birçoğu kadın erkek oralarda çalışıyordu. Güzün Hayriye’yi size bırakıp döndükten sonra böyle bir fabrikada işe başladım. Bir an önce çocuklarıma kavuşmak istediğimden var gücümle çalışıyordum. Bazen, gönüllü olarak fazla mesaiye de kalıyordum. Belediye otobüsüyle gidip geliyorduk, yakınlarda oturan komşu kadınlarla birlikte. Benim gibi işe yeni girenler ütücüler bölümünde çalışıyorduk. İşimiz nispeten hafifti ve çocuklarımı özlemenin ötesinde bir sıkıntım yoktu.
“Büyükçe bir odada 25, 30 kişi kadar vardık çalışan. Başımızda da bizim gibi Kayserili bir usta vardı. O da bize yakın oturuyordu. Oraya ilk gelenlerdenmiş. Çetin’in dediğine göre bu işi de hemşeriyiz diye o bulmuştu bana. ‘İyi adamdır, hemşerilerine iş bulma veya sair konularda yardımcı olur!’ diye Çetin bahsetmişti. Bazen durakta otobüs beklediğimizi görünce arabasına bizi de alırdı. Hiçbir kötülüğünü, kötü gözle baktığını görmedim, duymadım. O gün de üç kişi binmiştik arabasına; bir arkadaş daha önce inmişti. İki kişiydik Erol abi beni gördüğünde; iyi baksaydı içerde bir başkasının daha olduğunu fark edecekti. Beni yalnız başıma yabancı bir erkeğin arabasına binmekle suçladı durdu. Anlatmaya çalıştım dinlemedi; kahpelikle suçladı beni. Çetin önceleri beni anlamaya çalıştı. ‘Adam yabancı değil abi, bize çok yardımı dokundu kötülük yapacak birisi değil!’ diyerek abisine karşı çıkmaya çalışsa da. Onu da dinlemedi; ‘Kimin ne olduğunu sen benden iyi mi bileceksin koca kafalı.’ diye azarladı onu. Beni de, ‘Bugün arabasına binen yarın neresine biner kim bilir?’ diyerek aşağılıyordu.” Bunları söylerken Selime hıçkırıklarını tutamadı. Kelimeler boğazında düğümlendi. Mendiliyle gözlerini sildikten sonra devam etti. İçi zehirle dolmuştu, boşaltmak istiyordu.
“Çetin iki gün benimle konuşmadı. İçi içini yediğini yüzünden ve hareketlerinden anlıyordum. Belli ki, benimle ağası arasında kalmıştı. Kim bilir bir de çocukları… Bu durumda işe gidemezdim. Hiç sesini çıkarmadı… Üçüncü gün sabahı işe gitmek üzere dışarı çıkmıştı ki, Erol abimin sesini duydum. Ramazan topu gibi gürlüyordu, “Sen o kahpeyi hala karın olarak evinde tutmaya devam mı ediyorsun birader. Sen öküz müsün? Salak mısın? Yoksa boynuzlu musun? Sende hiç kafa yok mu? Sen hiç namus denen bir şey olduğunu duymadın mı? Elin arabasıyla işe gidip gelenden hiç karı olur mu? Hey koca kafalı!’ diyordu. Sonra da, zehrini akıtan bir yılan gibi çekti gitti.. Çetin hiç sesini çıkarmamıştı. Ama birden içeri girdi bir hışımla, beni tokatlamaya başladı. Hem vuruyor hem de, ‘Bana bunu nasıl yaptın? Beni ele güne rezil ettin? Şerefim iki paralık oldu. Ben şimdi işe nasıl giderim? İnsanların yüzüne nasıl bakarım kahpe!’ diyordu. Gözleri kararmış, adeta bambaşka bir adam olmuştu. Abisine bir şey diyemeyince hırsını benden çıkarıyordu. Onun gözünde tam bir günah keçisi olmuştum.
“Sabırla durmasını bekledim. İlk kez abisinin ağzıyla konuşmaya başlamıştı. O an içimden bir şeyler kopmuş, bütün umutlarımı yitirdiğimi hissetmiştim. Hırsını alınca çıktı gitti. Bir süre sonra Nurgül ablamla görümcem Sultan geldiler. Bana destek olacaklarını beklerken, ne ahlakımı ne namusumu bırakmadan ağızlarına ne geldiyse onlar da kustular gittiler. Saldırı üstüne saldırı yaşıyordum. Sanki Afrika’daki vahşi hayvanların arasına düşmüştüm de pençelerinin hedefi olmuştum; vurdukça vuruyorlardı. Hepsi de ağızlarına kadar kin ve nefret doluydu. İki günde bu kadar stoku nasıl yaptıklarını anlamakta güçlük çektim.
“En yakınımdakiler iki laf etmeme bile fırsat vermediler. Onların gözünde bir orospuydum, kahpeydim ve de en azılı düşmanlarıydım artık. Beni en ağır şekilde suçladılar, hiç de adil olmayacak şekilde yargıladılar, savunmamı bile almadan ölüm cezasıyla mahkum ettiler. Şimdi de ipe çekilmeyi bekliyorum…” Bir süre başı önünde sessizce ağladı Selime. O kadar çaresizdi ki… “Gidebileceğim, derdimi anlatacağım kimse yoktu. Gurbet elde kolu kanadı kırılmış yapayalnızdım. Kesime hazır kurbanlık koyuna dönmüştüm. O gün akşama kadar ağladım. Ölmek istedim. Canımı alması için Allah’a yalvardım. Çocuklarım geldi aklıma, başaramadım. Akşam gelince Çetin’in ilk sözü: “Boşanacağız, başka yolu yok!” oldu. Kararlıydı. Ne diyebilirdim. Sesimi çıkarmadım. ‘Duydun mu? Boşanacağız dedim!’ dedi tekrar öfkeyle. ‘Duydum, duydum… Madem bana inanmıyorsun, bana güvenmiyorsun, istediğin gibi olsun!’ dedim.”
***
“Yan yana oturmamıza rağmen uçakta hiç konuşmadık. Bir kez bile göz göze gelmedik. Çetin, her davranışıma azarlayıcı ve kırıcı sözlerle tepki veriyor; beni hırpalıyor, hakaretleriyle eziyordu. Beş gündür yeterince hakarete uğramış, onurum ayaklar altına alınmıştı. Hala nasıl yaşadığımı bilmiyorum. Yanımdaki adam dört yıllık kocam değil, kanlı bıçaklı düşmanımdı sanki. Aklımda sadece çocuklarım vardı; bu yüzden yolculuk boyunca dişlerimi sıktım. Hiç karşılık vermedim. Yeterince rezil olmuştuk zaten, bir de uçakta… Bütün bunları yaşamamak için, gökyüzündeki bütün yıldızları saymaya razıydım.
“Gördüğünüz gibi hala devam ediyor… Durum bu İbrahim abi, Kerime abla. Eğer tek bir yalanım varsa şuradan şuraya gidemeyeyim. Çocuklarımın yüzünü bir daha görmeyeyim. Ben evlendikten sonra ne yaptıysam kocamın dediklerini yaptım. Ben ne şehir bilirdim ne de Almanya. Onlara uydum, peşlerinden geldim. Daha yaşına girmemiş, sütten kesilmemiş çocuğuma hasret kaldım. Bağrıma taş bastım. İçim kan ağladı. Derdimi kimseyle paylaşamadım. Her konuda yüzleşmeye hazırım. Arabasına bindiğim adam kocamın deyişine göre güvenilir bir adamdı. Yani herhangi biri değildi. Ne yapayım, benim kaderim de böyle yazılmış?” diyerek söyleyeceklerini bitirdi Selime.
İbrahim’le karısı Kerime, üzüntü ve acımayla karışık bir duyguyla dinlemişlerdi Selime’yi. Anlattıklarının ne kadarı doğru, ne kadarı yanlış veya uydurma bilemezlerdi. Kaygıyla birbirlerine baktılar. Kerime bir şey diyecek oldu. Onu sus işaretiyle durdurdu İbrahim. Karısını çok iyi tanıyordu; abisi ve kardeşinden yana olacaktı elbette. Kardeşi neyse de, abisine toz kondurmazdı. Karşısındaki de gelinleriydi ve sekiz aydır çocuğu gibi baktığı Hayriye’nin annesiydi. Onu altı aylıkken bırakıp gittikleri için kardeşini suçlamıştı içten içe. Bir işimiz düştü de yapmadın demesinler diye razı olmuştu. Bu yaşananların üstüne şimdi ne diyebilirdi? Sakalla bıyık arasında kalmışlardı.
“Tamam kızım! Seni dinledik. Ne olmuşsa olmuş; gerçek veya değil, olanı değiştiremeyiz artık. Araya giren güvensizlik ve soğukluk ister istemez sizi ayrılma noktasına getirmiş. Fakat şu içerdeki bebek ve diğer çocuğunun hatırına soruyorum: Boşanma konusunda kararlı mısın? Bu kararı kocanın baskısı sonucu vermediğinden emin misin? Bak biz burada üç kişiyiz. İşte karım. Onun yanında söylüyorum. Evimize geldiniz. Kocan kayınımdır. Ama burada kimsenin hakkının gasp edilmesine alet olamam. Bunu sizden çok, hiçbir şeyden haberi olmayan çocuklarınız için söylüyorum. Hepimiz vicdan sahibiyiz… Öncelikli görevimiz bir ailenin dağılmasını önlemektir kızım. Soruma ona göre cevap ver!”
“Abi daha ne diyeyim bi1mem ki? Size her şeyi anlattım. En yakınımdakilerin dört yandan nasıl saldırdığını, namusumu şerefimi paçavra gibi nasıl çiğneyip attıklarını… Bu yaşananlardan sonra ne Çetin’in ne de benim aynı çatı altında kalmamıza imkan yok artık. Biz istesek de izin vermezler buna. Çetin, ‘Sana hiçbir şey vermem; ne çocukları ne de mallarımdan bir parça…” diyor. Ama benim tek istediğim kızımdır. Onu versin bana yeter. Başka da hiçbir şey istemem. Yavruma olan borcumu nasıl öderim bilmiyorum. Allah beni affetsin!”
“Allah hepimizi affetsin kızım! Son sözün bu mu?”
“Son sözüm bu abi.”
Peki öyleyse, sizin için elimden geleni yapacağım. Endişelenmeyin…”
***
Bu krizin arkasında kayını Erol olabileceğini düşünse de, başaktörünün Çetin olduğunu biliyordu İbrahim. Avukatlarla görüşmeden önce, onunla boşanma koşullarını konuşmak istedi. Çocuk lafını duyunca, nasırına basılmış gibi fırladı Çetin. Gözlerinden kin ve nefret saçıyordu. Bir insan bir anda nasıl bu hale gelirse o hale gelmişti. Karşısındaki canavarlaşmıştı adeta. İbrahim, kayınının bu yüzünü ilk kez görüyordu. Çetin ağzından köpükler saçarak söylenirken, gözünün önüne iki kuzuyu kapıp götüren azgın bir kurt sürüsü geldi. “Çocukları unutsun, onların adını bile almasın ağzına. Vermem çocuklarımı o kahpeye. Ölürüm de, öldürürüm de vermem! Bir orospunun annelik yaptığı nerede görülmüş abi? Söylesene…!” Bir süre sustu İbrahim. Nasıl bir belaya çattığını, üzülerek bir kez daha görmüştü. Karşısındaki canlı bir objeden çok, koskoca bir kayaydı sanki. Toparlanmaya çalıştı.
“Bak Çetin! Selime hala senin karın ve ne olursa olsun iki çocuğunun annesi. Kahpe ve orospu lafları senin gibi üç yıl imamlık yapmış din adamının ağzına hiç yakışmıyor. Önce bunu bir tarafa koyalım. Sonra sana soracağım şu soruya, elini vicdanına koyarak cevap ver: “Sen karının, arabasına bindiği ve dürüst biri olarak tanıttığın adamla, Erol abinin gördükleri dışında bir ilişki içinde olabileceğine inanıyor musun?”
“Bilmiyorum abi! Bilmiyorum! Ne diyeceğimi bilmiyorum! Ama bildiğim bir şey var: ‘Bir şeyin şüyu vukuundan beterdir’ derler.”
“Ya gerçekten hiçbir şey yoksa! Karın o adamla yalnız değildiyse! Olay sadece her şeyi abartan abinin hezeyanlarından ibaretse! Yazık olmaz mı size, çocuklara ve bütün umutlarınıza? Ha? Yazık olmaz mı Çetin? İyi düşün! Eğer vicdanını sızlatacak, azıcık bir kırıntı varsa bir yerlerde, senin peşini ömür boyu bırakmayacaktır. Ne bu dünyada ne de öbür dünyada bununla yüzleşmekten kaçamayacaksın! Bunu biliyorsun değil mi?
“Kararımı verdim, dönüşü yok diyorsan da, adilane bir şekilde boşanın. Kadıncağıza haklarını ve en azından kundaktaki kızını vererek boşanmanızı isterim. Karının içinde bulunduğu durumundan faydalanıp baskı altında bir boşanma düşünüyorsan, peşinen söyleyeyim: Sana yardımcı olamam. Hele çocukların, bu davranışından dolayı daha fazla zarar görmesine alet olmak da istemem. Bunun sorumluluğunu da üstlenemem. Unutma ki önünde, altı aylıkken anasından ayırdığın bir bebeğe karşı büyük bir vicdan borcun var. Ben bu vicdansızlığa alet olmayı bir utanç vesilesi olarak görürken, sen daha büyük bir vicdani sorumluluğun altına girmeyi düşünebiliyorsun. Pes doğrusu! Aynı zamanda bir din adamı olarak bunu düşünebildiğin için seni ayıplıyorum, kınıyorum ve seni daha adil davranmaya davet ediyorum. Kusura bakma, ama sen bunları hak ettin Çetin! Umarım ders alırsın da sana bir faydası dokunur.”
“Tamam abi! Adil olmaya çalışacağım, kızımı anasına bırakacağım. Bana daha fazla yüklenme! Ben o kadar da vicdansız değilim… Sadece karısı tarafından ihanete uğramış, kişiliğini, kimliğini kaybetmiş bir zavallıyım. Keşke ölseydim de bunları yaşamasaydım. Daha fazla dayanamayacağım. Hadi hemen gidelim, bulalım iki avukat da, elimden bir kaza çıkmadan bitsin bu iş.”
Nihayet avukatlar ayarlandı, dava dilekçeleri yazıldı. Boşanmanın gerekçesi şiddetli geçimsizlikti. Selime’nin, kızı dışında hiçbir şey istemediğine dair maddeyi de içeren tutanak imzalandı. Ertesi gün Ankara Adliyesinin yetkili mahkemesinde anlaşmalı boşanma davası açıldı. Her şey olağan seyri içinde devam ediyordu. Adalet anne gözlerini kapatmış işini yapacak, hakimler de kararlarını basacaktı. Böylece de “memleket kurtulacaktı.” O çocuklar mı? Onlar Allaha emanet… Onlardan o kadar çok var ki, hiç “yalnız” kalmayacaklar…
Her şey o kadar hızlı olmuştu ki, İbrahim’in adeta başı döndü ve huzursuzluğu gitgide arttı. İstemeyerek de olsa böyle bir olaya tanıklık etmekten dolayı üzüntülüydü. Asıl kabul edemediği ise, Selime’nin kendi idam fermanını, hiç tereddüt etmeden imzalamasıydı. Yaşadığı bu kabustan bir an önce kurtulmak istediği belliydi. Onun, her şeyden vazgeçmiş gibi duran ruh halini asla unutamayacaktı.
“Kızını alma iradesini” göstermesine rağmen, ağzını açıp kendisinin ve çocuklarının haklarını aramak için en küçük bir çaba göstermemesi yüreğinde açılan bir başka yaraydı. İçine bir kurt düşmüştü. Çetin’e güvenmiyordu. Aklı başında değildi onun. “Dolap ustası” abisiyle bir iş çevirdiklerinden adı gibi emindi. Şu anda zavallı kızcağıza yardım edemeyeceğini biliyordu. O şimdi kimsenin olmadığı, gerçek dışı bir dünyaya sürüklenip gidiyordu sanki. “Ama belki ilerde…!” diye düşündü. “Zavallı…! Büyük bir baskı altında olduğu görülüyor. Tehdit edilmiş, olmalı? Ama neyle, nasıl…? Bunlardan her şey beklenir.” dedi kendi kendine, onları Kayseri’ye yolcularken.
Birden, Selime’nin gizlice verdiği bir zarf geldi aklına; ceketinin iç cebine atmıştı. Ceket içerdeydi. Unuttuğuna, ve de ihtiyatsız davrandığına hayıflandı. “Aman ha!” diyerek karısından önce girdi içeri. Karısının ne kadar meraklı olduğunu, özellikle içinde mektup olan zarflara karşı olan zaafını biliyordu. Üstelik zarf insanı tahrik edecek kadar kabarık duruyordu. Ceketini giydi, emanet koyduğu gibi duruyordu. Derin bir “oh!” çekti.
Daireye varınca ilk işi zarfı açmak oldu. Doğrudan kendisine yazılan dört sayfalık bir mektuptu bu. “İbrahim abi” hitabıyla başlayan, “Bu mektubu yazıp yazmamakta çok tereddüt ettim. İnanın, derdimi anlatabileceğim sizden başka kimsem yok! Başıma gelenleri size varınca, doğrudan da anlatabilirdim. Ama ne olur ne olmaz, belki buna fırsat bulamam diyerek alelacele yazmaya karar verdim! Kusuruma bakma; başınızı epeyce ağrıtacağımızı sanıyorum,” cümleleriyle devam ediyordu. Mektupta evde anlattıkları vardı. Fakat yazılanlar öyle bir yere geldi ki, İbrahim’in kanı dondu adeta. Büyük kayını Erol’dan bahsediyordu. Onun tacizlerinden. Ta evlendiği ve Almanya’ya gittikleri günlerden… “O zamandan beri gözü bende! Her fırsatta yiyecekmiş gibi peşimde ve dibimde bitiyor. Bilerek sürtünüp geçiyor. Çetin’in bulunmadığı zamanlarda eve girip, “Şu güzel ellerinle bir kahve yap da içelim gelin!” diyerek sırnaştığı yetmiyormuş gibi. ‘Ah! Ah!.. Şimdi 15, 20 yaş genç olacaktım ki…’ile başlayan cümleler kurmaya başlıyordu… Daha çocuktum ama bu lafların nereye doğru gittiğini anlayacak yaştaydım. Bunlar bir yana, zaman zaman arabasına alıp birlikte dolaşmaya zorluyordu. ‘Senin yanında kendimi çok genç hissediyorum, mutlu oluyorum… Ne olur beni yanlış anlama!’ demesi de bir başka gariplikti. Bir de dediğini yapmazsam, kocama, onla bunla gezip tozduğumu söylemekle tehdit ediyordu. Sülük gibi yapışmasına sinir oluyor, midem bulanıyordu. Bu yaşadıklarımı kimseye anlatamazdım. Anlatsam da kimse bana inanmazdı.
“Bir gün öğleye doğru yine geldi bu! Kapıya dayandı! Onu geldiğini görüyordum. Herhalde izin günüydü. Çetin işteydi. Açmak istemiyordum kapıyı. Fakat çirkef ve ağzı bozuktu. Ne yapacağı belli olmazdı. Açtım, içeri girmedi. “Hadi hazırlan seni gezmeye götüreceğim!” dedi. “Bizim koca kafa seni hiç gezdirmiyor biliyorum. Hocalık taslar… Güya seni ele güne karşı koruyacak! Gezip tozmak senin de hakkın kızım! Hem böyle bir güzelliği eve kapanarak heder etmene gönlüm razı olmuyor. Biliyorum ‘kocam ne der buna!’ diyeceksin. O öküz anlamaz bu inceliklerden. Hem ben sizin yabancınız mıyım!” diyerek üsteledi. Gaflete düşüp çıktım onunla.
“Daha biner binmez başladı el hareketlerine ‘Ne kadar güzel saçların var kız senin! Hele gözlerin… durgun bir deniz gibi. İçinde kaybolası geliyor insanın,’ diyerek başörtümün arkasından sarkan saçlarımı okşuyordu. Ne yapacağımı şaşırmıştım. Adam utanmadan sarkıntılık yapıyor, sapığın teki gibi davranıyordu. “Yapma abi, babam yaşımda adamsın, neredeyse benim yaşımda çocukların var! Beni pişman etme!” diyerek ellerini itsem de az sonra yine başlıyordu. Bir ara, ‘Sen de, herkes gibi mini etek giysene! O güzel bacaklarını böyle çuval gibi eteklere niye gömüyorsun! Yazık değil mi? Onların da havalanmaya ihtiyacı var!..” diyerek gözünü eteğime dikti. Çenesi durmuyordu: “Kızım burası Almanya, Akkuş köyü değil! Şu başını da bir aç hele, tam bir artist olursun maşallah! O zaman gelsin paralar… Böylece fabrikalarda da çalışmana gerek kalmaz!” diyordu. İş kötüye gidiyordu. Niyetini anlamıştım. “Beni evime götür abi!” dedim. Önce hık- mık etti. Sonra bak şurada bir çay bahçesi var, birer dondurma yiyelim sonra dönelim!’ dedi.”
Mektup abi dediği adamın yaptıklarıyla devam ediyordu. “… Hamile kalıp karnım şişmeye başlayınca uzak durmaya başladı benden. Ne de olsa anne oluyordum. Karnımdaki de kardeşinin çocuğuydu. Sonra de yengem geldi. İlk çocuk annesi olunca, biraz daha rahat ettim. Ama bakışları hiç gitmedi üzerimden. Fırsat buldukça da takılıyordu. “Kız, çoluk çocuğa karıştım diye her şey bitti sanma! Sende bu güzellik varken…!” sözleriyle didikleyip duruyordu.
“… Çocukları burada bırakıp, çalışmaya başlayınca bu namussuz tekrar musallat olmaya başladı… Yenge de yok… İşe götüreyim gelin, işten alayım gelin! Bugün boşum, hadi seni gezdireyim kız!” diyerek yaltaklanıyordu. Ona yüz vermeye niyetim yoktu. Dersimi almıştım. Ama bir kahpelik yapacağını düşünmemiştim. Kendi arabasına binmeyip ustanın aracına bindiğimizi görünce besbelli kudurdu. Bütün derdi, yüz vermedim diye benden intikam almaktı. Oysa öz kardeşinin namusuna el uzatan bu adamın yanında usta, adam gibi adamdı. Bir kez olsun, ağzından çıkmış kötü bir söz duymadığım gibi, bakışlarında da bir yamukluk görmedim. Aksini söyleyen varsa gelsin!
“Şimdi bu ahlaksız adam çıkmış, bana orospu, kahpe diyor. Hiçbir suçum yokken bana adice iftirada bulunuyor. Dinine imanına sen söyle abi: ben mi kahpeyim o mu…?” Mektup bu cümleyle bitiyordu. Bir de not düşülmüştü: Karı koca iki kişinin ismiyle, telefon numaraları vardı. “Mektupta yazılanlar, bunlardan da sorulabilir!” deniyordu.
***
Selime, Kayseri’de kayın babasının evinde çocuklarıyla hasret gideriyordu. Çetin Almanya‘ya dönmüştü. Mahkeme sonucunu orada bekleyecekti. Boşanma konusunu ve ona neden olan olay hakkında hiçbir açıklamada bulunmamışlardı büyüklerine. Ani geliş nedenleri Selime’nin çocuk özlemiydi; hasretlerine dayanamamıştı. Öyle söylemişlerdi. Bundan daha doğal bir şey olamazdı. Anaydı; çocuklarından ayrı kalması zaten düşünülemezdi. Kimsenin aklına başka bir ihtimal gelmedi. Gördükleri mutlu bir ailenin olağan görüntüsüydü. Yanılgılar denizi çalkalanıyor, arsız dalgalar sığ kıyılarda kırılıp dağılıyordu. Selime ise, kayalara vurmuş küçük bir teknenin içinde kurtarılmayı beklerken, bir cenneti yaşıyor, bir cehenneme düşüyordu… Talas’ta halası vardı. Anne, Baba ve kardeşleri ise, başlarına geleceklerden habersiz Tomarza’nın bir köyünde sakin bir hayat yaşıyorlardı. Onları görmek, yaşadıklarını onlara anlatmak gibi bir isteği yoktu Selime’nin. Gelişlerinden hiç birinin haberi olmadı. Çetin de böyle istemişti zaten. Mahkeme sonuçlanınca beraber gidip durumu nasıl olsa açıklayacaklardı.
Kopacak kıyametin gelmekte olduğunu bilerek çocuklarıyla iyi vakit geçirmeye çalışıyordu Selime. Ancak arada bir yaşadıklarını düşünüyor neler olup bittiğine bir anlam vermeye çalışıyordu. Her şey kabus gibiydi; eşi ve diğerlerinin nasıl yabancılaştığını, çocukları ile arasına, yavaş yavaş acımasız bir duvar örüldüğünü görmeye başlamıştı. Zaman daraldıkça, yerli yersiz çocuklarına sarılıyor, dayanılmaz acılar içinde ağlama krizine giriyordu. Kabuslar görüyor, dakikalarca titriyordu. Evdekiler buna bir anlam veremese de, üzerinde durmuyorlardı. Gerçek dünyanın dışında, bir hayal dünyasında yaşıyordu sanki. Çocuklarını da alıp bir an önce baba evine kaçmayı düşündü birkaç kez. Ama ne beş kuruş parası, ne de yakınlarda kendisine yardım edecek birisi vardı. Tam anlamıyla kapana kısılmıştı. Yakında boşanacağı koca evinde, yanında yavruları olmasına rağmen yapayalnızdı. Öyle bir yalnızlıktı ki, çöl ortasındaki kuru bir otun durumu bile ondan iyiydi. O artık, köyün dört yıl önceki, genç, güzel, alımlı kızı değil, hayatın sillesiyle yorgun düşmüş ve daha 20’sine varmadan yaşlanmış, kendisinin bile tanımakta güçlük çektiği bir insandı.
Selime günlerce kendi içinde çatıştı durdu. Almanya ile köyü arasında, kocası ile çocukları arasında, içinde bulunduğu evle baba evi arasında gidip gelmekten yorgun ve bitap düştü ama kendi yolunu bir türlü bulamadı. İçten içe tepki veriyor, “Bu duruma düşmek için ne yaptım ben? Bu kadar hakareti, aşağılanmayı hak ettim mi? Şehirlerde kadın erkek, tek başına başkalarına ait araçlarla gidip gelmiyorlar mı iş yerlerine? Lokantalarda, kafelerde, oturmazlar mı yan yana? Çalışmazlar mı bürolarda? Konuşmazlar mı? Tüm bunlar normal karşılanırken, benim, ustabaşının aracıyla, üstelik yanımda çalışma arkadaşlarım da varken eve gelmem neden sorun oldu? Bu yüzden ben nasıl kahpe, orospu oluyorum da, namusuma göz dikip alçakça iftirada bulunan o şerefsiz, sütten çıkmış ak kaşık oluyor? Beni ve çocuklarımı hiç acımadan üç kuruşa satan, ailemizi paramparça eden kocam iyi, ben kötü kadınım öyle mi? Bana iftira edip köpeklerin önlerine atanlar, bir paçavra gibi sokağa fırlatanlar namuslu, ben namussuz fahişeyim ha? Nasıl…? Bu nasıl bir adalet? Bu nasıl bir dünya? Kim yazdıysa bozsun!” deyip duruyordu.
Sıkıntıları bitmiyordu Selime’nin; umutsuz ve çaresizdi. Bir sabah kayınvalidesi, kızı Kübra’ya dönerek: “Bugün yengenle birlikte şöyle çarşıya doğru bir çıksanız kızım. Garibim çok sıkıldı, biraz açılsın! Hem kendinize bir şeyler de alırsınız.” demesi ilaç gibi geldi Selime’ye. Kayın validesinin bu önerisinde hiçbir art niyet aramadı, bunu düşünecek gücü de yoktu zaten. Az kalsın sarılıp öpecekti… Dışarı çıkmak çok iyi gelecekti ona; bunun ötesinde bir şey düşünecek hali yoktu. Sevincini belli etmeden çocuklara baktı. “Sen çocukları merak etme kızım! Bugün sizin gününüz!.. Gidiverip gelmeyin sakın. Akşama kadar tadını çıkarın Kayseri’nin… Hadi kızım hadi, oyalanmayın!…” dedi. Adeta kovuyordu onları.
O gün, her şeyi unutmuş, üstündeki bütün ağırlıklardan kurtulmuş gibi bir hisle dolaştı Selime. Sanki felekten çalınmış bir gündü… Görümcesi ile birlikte Kayseri’nin çarşılarını gezdiler, parklarında oturdular, kalesine çıktılar. Lunaparka gidip dönme dolaba bile bindiler. Dondurma yediler, meşrubat içtiler. Şehrin meşhur lokantalarının birinde İskender yediler. Son yıllarda geçirdiği en güzel günlerden biriydi Selime’nin. İçinde, köyündeki bahar çiçekler açmış, serin pınarlarından içmiş gibi bir hafiflik vardı. Ne güzeldi böyle yaşamak! İlk kez büyümekten, evlenmekten pişmanlık duydu; görümcesini kıskandı. Onun aksine, yengesinin yüzünün güldüğünü gören Kübra, üzerinde bir tedirginlik ve huzursuzluk duymaya başladı. “Annem hiç de böyle iyilik yapmazdı. Zahir zaman zırnık bile koklatmayan kadın, üstelik para bile verdi alış veriş yapın diye. Bayram değil seyran değil bu da neyin nesiydi şimdi… Sanki dağda kurt ölmüştü de hayır dağıtıyordu. Bir iş var bunda! Ama ne? Akşama kokusu çıkar nasıl olsa…” diye kaygılanıyordu. Sessizleştiğini fark eden yengesi, “Ne o, bir şey mi oldu, durgunlaştın birden?” diye sorgulayınca kendine geldi. “Yok bir şey yenge! Yoruldum biraz da ondandır” deyip geçiştirdi.
Gün bitmiş, giyecek bir şeyler de aldıktan sonra dönüşe geçmişlerdi eve. Yorulmuşlardı. Belediye otobüsünde hiç konuşmadılar, herkes kendi derdine düşmüştü yine. Durgun bir su gibiydi Selime; dışından belli etmese de içten içe kaynıyordu. Bir günlük izne çıkan mahkum gibi dönüyordu… Dışarda yaşadıklarının hepsini eve taşımayı düşündü bir ara. İmkansızlığını görünce vazgeçti. “Otobüstekileri götürsem yeter belki!” dedi içinden. Fazla kalabalık buldu. Kendi kendine gülümsedi
Eve geldiklerinde ilk hissettikleri derin sessizlikti. Görünürlerde çocuklar yoktu. “Babaları aldı götürdü” dedi kayın validesi, sıradan bir olaymış gibi. Selime olduğu yere düştü, küt diye. Bayılmıştı. Kübra şok yaşıyordu. Kayın baba ise ha bire tespih çekiyordu köşesinde, karışık düşünceler içindeydi.
Çetin gecenin bir yarısında gelmiş, annesine ve babasını yakındaki ablasının evine çağırmış, durumu etraflıca anlatmıştı. Mahkeme neye karar verirse versin O planını yapmıştı: Bundan sonra çocukları anasına göstermemeye kararlıydı. Selime’nin tehditle imzaladığı boş kağıdın üzeri doldurulmuş, çocukların yurt dışı çıkışı sağlanmıştı. Onları aldığı gibi Almanya’ya uçtu.
Böylece o günkü oyunun mahiyeti anlaşılmıştı. Bundan Kübra’nın da haberi yoktu. Her şey onlar uykudayken planlanmıştı. Selim’e ayılınca gerçekle yüz yüze geldi. Oğluyla birlikte, kızını da kaybetmişti… Yüreğinden büyük bir parça koparılmış, gök kubbe üstüne çökmüştü… Kıyamet kopsaydı bunun kadar acı çekmezdi bir insan. “Yavruların…! diye çırpınıyor, tutunacak bir yer arıyordu. Bir yandan da, “Biberon tutmasını bile bilmeyen, bebeğimi doğru dürüst kucaklayamayan bir adam onu neyle nasıl besleyecek?” diyerek feryat, figan ağlıyordu.
O böyle bir ayrılığı hiç düşünmemişti. En azından kızım benimle olacak diyordu. Kocasına inanmakla büyük bir hata yaptığını anlamış, iş işten geçmişti. Bir ara “Peşlerinden gideceğim, bulacağım onları!” diyerek atılsa da, kayınpederi engel oldu. “Nereye götürdüğünü bilmiyoruz kızım. Bize de bir şey söylemedi. Gece vakti nereye gideceksin? Yarın olsun bir çaresine bakarız. Hem, bebek için kaygılanma! Çetin yalnız değildi, yanında ablası vardı. Ayrıca çocuğun beslenme çantasını da yanlarında götürdüler.” diyerek yatıştırmaya çalıştı Selime’yi.
Kayın valide ise düşmen gibi bakıyordu… Yaşadıkları yetmiyormuş gibi, bir panter gibi o da atladı Selime’ye: “Kız sen nasıl bir anasın? İki çocukla, elin herifinin arabasına binmeye, onunla oynaşmaya utanmadın mı? Evimize kahpeliği de mi sokacaktın? Bu yaşta bunu da mı görecektik? Ey ümmeti Müslüman bu da mı gelecekti başımıza?” diye söylenmeye başlayınca kocası susturdu onu, “Olan olmuş bir kere, bu söylediklerinin bir faydası yok artık!” diyerek. Onun da karışıktı kafası, olanlardan rahatsızdı. Karsına, “Bütün bunların sebebi sensin, senin boşboğazlığın! Durduk yerde çocukların hayatına niye karışırsın? ‘Bir an önce dönün Almanya’dan, yoksa sütümü helal etmem!’ de ne demek oluyordu? Al işte, acelelerinden üst üste hata yaptı çocuklar! Şimdi de geldiğimiz yere bakın! Sen ne karışırsın be kadın? Beğendin mi yaptığını? Bir yerlerine kına yakarsın artık!
“Burnu havada dolaşan oğullarım kim bilir neler yaptılar kızcağıza. Altı aylık sabiyi anasız bırakanlardan her şey beklenir!” demeyi geçirse de, ağzından, “Allah’ım! Sen çocuklarımın günahlarını affet, onlara akıl fikir ver! Doğruluktan ayırma…!” mırıltıları döküldü. Bir yandan da tespih çekiyordu, “suphanallah, suphanallah…” diyerek. Dışarda ise yatsı ezanı okunuyordu.
O gece, sabaha kadar gözünü kırpmadı Selime. Ağlamaktan yorgun düştü. Düşünceleri döndü dolaştı; gitti- geldi… Ölçtü biçti… Dağları, ovaları dolaştı. Köyünün tanıdık sokaklarına daldı. Lakin bir kez olsun Almanya’yı düşünmedi. Aklına geldikçe, “Lanet olsun oraya!” dedi. Gün doğmak üzereyken bir ant verdi: Mahkeme neye karar verirse versin bu işin peşini bırakmayacaktı. Dünyanın öbür ucuna da götürse, bulacaktı çocuklarını. Başından geçenleri, kendisine yapılanları en son olarak da bugün kurulan tuzağı unutmayacaktı. Çocuklarından ayıranlara bolca beddua etti. Başına sardıkları her belanın misliyle, onların da başına gelmesini istedi.
Artık bundan sonra kocasının eline, ağzına bakan, hiçbir şeye karışmayan sessiz uyuşuk Selime yerine çok daha cesur bir kadın olacak, her koşulda hakkını arayacaktı. Yüreğine taş bastı, ağlamayı, sızlanmayı da bıraktı. Zaten gözünde yaş denen bir şey de kalmamıştı. Son beş günde bütün pınarlar kurumuştu sanki. Kahvaltıda hiçbir şey yemedi. Artık bu evde kalamazdı. Nasıl olsa mahkeme kararı yakında çıkacaktı. Belki de çıkmıştı. Bir gün kızına kavuşup, birlikte yeni bir hayata başlama inancıyla eşyalarını topladı. Çantasından kızının fotoğrafını çıkarıp tekrar tekrar öptü. Tez elden kavuşmaları için dua etti. Sonra da kayın babasına gidip, halasına gitmek istediğini söyledi. “Olur, sen nasıl istersen kızım. Lakin beraber gitmemiz daha uygun düşer. Seni tek başına gönderemem. Halana durumunu ben izah etmeliyim. Biz böyle olsun istemezdik. Yazgınız böyleymiş! Allah hakkınızda hayırlısını versin!” derken kayın babası, ağlamamak için zor tutuyordu kendini. Kübra uğurladı onları şaşkın ve yaşlı gözlerle. Olanlara hala inanamıyordu.
Çağrılan taksiye bindiler. Ortada garip bir durum vardı: Selime’nin gelin geldiği evden, gelin çıktığı eve gidiyorlardı. Hayatın garip bir cilvesiydi bu. Güya defolu çıkmış, iade muamelesi görülecekti. Selime, kayın pederinin yanında sürgüne giden bir mahkum gibiydi; aklı geçmişi, gözü çocukları taradı bir an. Geride, koca bir boşluktan başka bir şey yoktu. Bu dönüşü olmayan kahredici bir ayrılıktı. Bir bıçak saplandı göğsüne; yavrularını bir daha görememe korkusuyla titredi.
Celal ULUSOY – 7 Ağustos – Çayyolu – ANKARA
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.