Halk dediğimiz zaman kimleri kasd ediyoruz? Ve sanat nedir? Ekseriya sırf kelimelere verdiğimiz manayı layıkıyla tarif etmediğimizden, ifade etmek istediğimiz fikir, muhtelif kariler tarafından, muhtelif tarzlarda anlaşılıyor; ve bazen yazarken..
Halk dediğimiz zaman kimleri kasd ediyoruz? Ve sanat nedir? Ekseriya sırf kelimelere verdiğimiz manayı layıkıyla tarif etmediğimizden, ifade etmek istediğimiz fikir, muhtelif kariler tarafından, muhtelif tarzlarda anlaşılıyor; ve bazen yazarken hiç tahmin ve tasavvur edemediğimiz tefsirleri mucib oluyor.
Ben bu mahzuru bertaraf etmek için geniş halk kitlelerini hakiki kadroları içine koyduktan sonra, onların sanatla olan alakaları hakkında düşündüklerimi tesbit edeceğim.
Fakat evvela sanatın mahiyeti ne olduğunu ve ne gibi eserlerin, eser-i sanat ıtlak[1]ına seza[2] olduklarını izah edelim:
Her asır, heyet-i mecmuasıyla, kendisini cezbeden bir hedefe doğru yürür. Kendine mahsus temayülleri, içtimaî arzularının önüne durulmaz bir cereyanı ve bunlara uygun fikrî vecd ve heyecanları vardır. “Asrın şekl-i ruhanîsi” ni bu amiller husule getirir. Sanat; asra hâkim efkar ve hayat-ı beşeriyeyi, bediî[3] hislerimizi okşayacak sevimli ve cazip şekillerde; kelimelerin, hatların veya renklerin vezin ve ahengiyle ifade etmektir. . . Ve asrın şekl-i ruhanîsini tabir ettiğimiz kalıba giren sanat ancak payidar olabilir.
Eser-i sanat ölmüş senelerin gölgeleri içinde, düşüncelerimizin, adetlerimizin ve ümitlerimizin hakikatimi keşfetmek imkânını, yarının müverrihlerine bahşeden, ati için rekz[4] edilmiş, bir hatırat uyandırıcı abidedir; bunun için bizden sonra baki kalması lazım gelen bütün hatıratı ihtiva etmelidir. Sanatkârlar bu fikirlerin, malumatların ve itiyad-ı beşeriyenin tekâmülünden doğan muhitin tesiratıyla meşbu oldukları nisbette, insanların davasına sadık kalmış olurlar.
* * *
Böyle yüksek bir eser-i sanat karşısında, bir iddiaya göre, insanlardan yalnız mümtaz bir zümre heyecana gelmek, ince bir zevk duymak istidadına maliktir. Bu iddiada bulunanlar bu zümreyi cemiyetin havass[5] sınıfından ibaret zannediyorlar. Nazarlarında avam namı altında cem ettikleri geniş halk kitleleri behre[6]-i sanattan tamamıyla mahrumdur. Bu suretle maişet şartlarındaki pek bazr tefavüt[7]lere müstenid ve iktisaden gayet doğru olan içtimaî tasnifi, bu ruhî meselenin mütalaasında da, müthiş bir galat-ı rüyet[8]le kabul etmiş oluyorlar.
Umumiyet üzere halk denildiği zaman, hatıra gelen, cemiyet münasebatına ancak, maişet derdinin tehvin[9]i için mecburî olan nisbette karışan ve büyük bir ekseriyeti cehalet karanlıklarında yüzen tekmil yoksullar sınıfıdır. Burada tecanüs[10] aramak abestir; bugünkü cemiyetin kuruluşu icabı, türlü türlü insan numuneleri aynı hayat şartları altında bir araya toplanmıştır. Maddî sebeplerin doğurduğu fakr ü zaruret ve sefalet içinde geçinmekten gayri vech-i müşabehet[11]leri olmayan bu biçareler yakından tedkik edilecek [184] olursa hassasiyet ve zekâ itibariyle aralarında pek mühim farklar bulunduğu görülür.
Aynı hal havass sınıfı için de vakidir. Ruhî kabiliyet ve zekâlarına nazaran burada da türlü türlü insanlara rast gelinir. Entrikalarla ve hususi bir maharetle, hükümet makinesinde, kendilerine yüksek bir mevki temin edenler; sanayi, ziraat veya ticaret sahalarında, yine hususi bir maharet ve açık gözlülükle ve taliin müsaadesiyle büyücek bir servet biriktirmeye muvaffak olanlar: bu gibi kimselere hoş görünmek ve yardakçılık etmek sayesinde zengin müşteri ve hamilere malik olan serbest mesalik ashabı ve sanatkârlar; bu saydığımız zümrelerin topladıklarını hazırdan yiyen miras yedilerdir. .
Ferdî ve ruhî kıymetleri itibariyle bu taznife[tasnife olmalı!] pskolojyanı bir ehemmiyet vermek nasıl mümkün olur?
Çünkü iktisadî şerait bir tarafa bırakılacak olursa bu esasen bir tasnif bile değildir. Servetiyle mümtaz sınıfına mensup olanlar da, bila-istisna halk içinden çıkmıştır; servet adhar edebilmeleri, sadece bir tali ve açık gözlülük işidir. Boolu ve haylazlık içinde faydasız bir ömür geçirmekte münbais bazı iğrenç sysattan maada, kibar ve zengin sınıfın tekmil müsavi ve mzyati halkınkilerdir.
Bunlar da daha yüksek kabiliyetler farz etmek için, sanat heyecan ve aşkının, baklava ve börekle beslendiğini; eser-i sanatın leziz yemekler yemek suretiyle vücuda getirildiğini kabul etmek mecburiyetindeyiz. Gerçi bir de tahsil ve terbiye meselesi var; fakat sanat bahsinde – gerek yaratış, gerek anlayış itibariyle bunun ne kadar küçük bir tesiri olduğunu hepimiz biliriz ve tarih, bize, büyük sanatkârları şecerelerinde âlimler, dâhiler ve sanatla uğraşmış büyük şahsiyetler göstermiyor. Bilakis meşahirin tercüme-i hallerini karıştıracak olursak mesela btvfhn gibi, en büyüklerinden ekserisinin en aşağı halk tabakalarından yükseldiği görülür. Sonra çok defa, şehir mekteplerine tesadüfen gelen fakir köylü çocuğunun; ve herhangi himaye sayesinde giren işçi yavrusunun; batınlardan beri tahsil ve terbiyeye mazhar olmuş aile çocukları arasında, en birinci mevkileri işgal etmeye muvaffak olduklarına şahid oluruz.
Bu müşahedeler gösteriyor ki, zekâ ve hassasiyetin derecesi meselesi terbiye ve tahsilin veraset tarikiyle basit bir tarzda evlada intikali meselesine irca olunamaz. Bundan daha pek muğlâk bir bahis karşısındayız. İzdivaçların tesadüfüne, atavizm hadisatına bağlı ve henüz tedkiki mümkün olmamış birçok avamilin taht-ı tesirinde bulunan bir maniyet-i beşeriye mevzu-ı bahistir.
* * *
Hâkim sınıfa mensup bir anaya, babaya veya cedde muhtaç olmayan sanatkâr, asgari bir ilme malik olmak mecburiyetindedir. Hâlbuki, eser-i sanatın manasına nüfuz etmek ve temaşasından bir zevk-i bediî duymak için – eğer bu, yazıldığı gün, yalnız bir kaç meslektaş tarafından okunup anlaşılan bazı şiirler gibi bir sanat oyunundan ibaret değilse – hsbk nsbk bir hükmü olmadığı gibi, bizce, ilim ve fennin de lüzumu hemen yoktur. Bu öyle hem-zad bir haslettir ki, inkişafı, cüzi külli bir harsı icab ettirse de, malumat-ı iktisabından müstağnidir. Pek büyük bir hürmetle yâd edilen âlimler tanıyoruz: sanatının en rakik bir çiçeği, bir şaheseri yanında, lakayd ve camid[12] geçip giderler. Ve şu muhkirane bir eda ile halk dediğimiz, kitle içinde nice şahsiyetler var ki, nefis bir eserle karşılaşınca, bütün mevcudiyetlerinin sarsıldığını hissederler. Mesela her akşam iş dönüşü, yolları üzerindeki Yeni Cami veya Süleymaniye gibi mimarî abideleri önünde, beş on dakika, lal[13] ve hayran, tevakkuf etmeden evlerine dönmeye razı olmayan müteaddid ameleler biliriz.
Sonra sanat dostu ve hamisi geçinenlere birçoğunun samimiyet ve hassasiyetlerinden biz şüphedeyiz. Pek yüksek bir kıymeti haiz olan bir ekalliyet istisna edilecek olursa mütebakisinin sanata merbutiyetleri görenin, siyaset-i kibr ve muhavvet gibi saikler ilcasıyla, ariyet takınılmış bir tavırdan ibarettir. Eser sanatın taklidini para kazanmak için meslek edinen sanatkâr dellalların elinde asar-ı nefise meraklısı Amerika milyonerlerinin nasıl maskara oldukları; harbden evvel Luvr müzesine en zengin koleksiyonlardan birini hediye eden, aynı isimdeki mağazaların sahibi müteveffa “şoşar” gibi kimselerin nasıl bazı kudretli şahsiyetlerin elinde ve telkinleri altında hareket ettikleri herkesin malumudur.
Asar-ı nefise ile alakadar görünenlerin ahval-i ruhiyesine nüfuz etmek istiyorsak, bir müzeyi, bir sanat meşhurunu ziyaret edelim. Etrafımızda dolaşan kibar sınıfa mensup zair[14]ler içinde büyük ekseriyetinin, sırf modaya riayetkâr olmak, filan saat orada görünmek için geldiğini anlamakta gecikmeyiz. Nefis bir tabloyu güzel bir heykeli, zarif bir gümüş-kari veya dantelâyı seyrederken her birinin fikri bir başka yerdedir. Biri borsadaki ispekolasyonunu, bir diğeri fabrikasındaki amele grubunu, şu beriki metresiyle olan randevusunu; bir hanım dostundan almak ümidinde bulunduğu inci gerdanlığı; bir diğeri kızı için gözüne kestirdiği zengin kocayı zihninden geçirir. Geçerken işitilen tek tük kelimelerin delaletiyle bunun farkına varmak pek kolaydır.
Bu sahtekâr sanat muhiplerinin arasında, bayramlık esvaplarıyla, münhasıran yüksek bir gıda-yı ruhî bulmak arzusuyla gelen, yoksul insanların, gayr-i mağşuş[15] insanlık hisleriyle, güzelin huzurunda duydukları vecd ve helecan ne kadar saf ve ulvîdir. Ve bu müşahede, diğer manzaradan iğrenen kalbimize ne büyük kuvvet ve ümit verir.
* * *
Hazırlıksız, yarı cahil halkın sanata ne derece alakadar olduğunu ve onun muvacehesinde ne büyük bir haz duyduğunu isbat eden bir saha varsa o da tiyatro sahnesidir. Avrupa’da en meşhur ve en güzel klasik eserlerin, halk için yapılan temsillerinde, bedayi[16]e bigane[17] addedilen hazırûn, hakiki bir zevk ve dikkatle bunları takip etmiş; en gizli inceliklerini, nüktelerini his ve takdir alaimi göstermiştir.
Tahsilden mahrum kalmış olanlar, maftur oldukları sezilen kabiliyeti sayesinde, eşkâlin his-i imtizacını gözleriyle ve okuyamadıkları eserlerdeki vezin ve ahengi samia[18]larıyla takdir etmeye muktedirdirler. Teknik cihetlere ve teferruata bila-lüzum ehemmiyet vermek itiyadında olan havassa nazaran; ‘ryan ruhuyla bir temsile iştirak eden halk, asıl eserin esasını ve canlı noktalarını daha şiddetli bir tarzda hissetmek faikiyyet[19]ine maliktir.
Rusya’da son seneler zarfında yapılan tecrübeler, bu nokta-i nazarı takviye edecek gayet calib-i dikkat neticeler vermiştir. Halk, müzeler, hususî asar-ı nefise koleksiyonlarını ziyaret ve tiyatroları takip hususunda büyük bir rağbet ve tehalük[20] göstermiş; cihan-şümul şöhreti olan büyük klasiklerin eserleri her zamandan ziyade okunmuş ve halk kitlelerinin derinliklerinden, güzel eserler yaratan sanatkârlar zuhur etmiştir.
Bil-fiil anlaşılmıştır ki hakiki sanat haricinde, halka mahsus, kaba ve ibtidaî bir sanat halk etmek hülyasını takip edenler, ya zevk-i selimden mahrum kimselerdir; yahut da halkın ahval-i ruhiyesinden tamamıyla bî-haberdirler. Bu tasavvur sadece bir ütopidir. Hüsn-i tabiat sahibi [186] olan herkesin beğendiği yalnız bir sanat vardır. Halkın sevebileceği, mutlak bir kıymeti haiz olan ancak bu sanattır.
Eserlerini ifrat derecede inceletmek ve müphemleştirmek suretiyle, sanatı kendi gölgesi haline getirenlere gelince bunlar nihayet halka susamış olduğu mayiden, içinde bir damla bile bulunmayan boş bir billur bardak arz etmiş oluyorlar. Bir zamanın sihir-amiz ve ldny edebiyatı mahiyetinde olan bu gibi eserler, müteakip nesillerin sanat meraklılarını bile alakadar etmez; kari ve müdekkikleri yalnız ve yalnız tarih-i sanat ve edebiyat mütehassıslarına inhisar eder.
Hakiki sanat tez veya geç halkın anladığı ve tetvic ettiğidir. Bu hükümden hariç kalanlar ya gayr-i kâfidir veya lüzumundan fazladır. . .
10 Temmuz 1922
Doktor Şefik Hüsnü
[1] Serbest bırakmak.
[2] Layık.
[3] Eşi, benzeri olmayan.
[4] Yere dikilmiş, saplanmış.
[5] Zenginler.
[6] Nasip, pay, hisse.
[7] Farklılık, uygunsuzluk.
[8] Görme bozukluğu.
[9] Kolaylaştırmak, ucuzlatmak.
[10] Benzerlik, uygunluk.
[11] Benzerlik.
[12] Ruhsuz, cansız.
[13] Dilsiz.
[14] Ziyaretçi, seyirci.
[15] Karışık, saf olmayan.
[16] Görülmedik şeyler.
[17] Kayırsız, alakasız.
[18] Duyma, işitme duygusu, işitme kuvveti.
[19] Üstünlük, kıymetlilik.
[20] İstekle atılmak.
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.