Türk Devrimine toplu bakış: Türk Devriminin Ruhu-3

Türkçülükten Kemalist Milliyetçiliğe 1923 sonrası yıllar, Türkçülerin ideallerini Mustafa Kemal’in önderliğinde Cumhuriyet Devrimi atılımlarıyla gerçekleştirme yıllarıdır. Artık Türklerin ezeli düşmanı Çarlık tarihe karışmış, Kurtuluş Savaşı’nın varlık yokluk yıllarında Türklerin yanında..

Türk Devrimine toplu bakış: Türk Devriminin Ruhu-3
Yayınlanma: Güncelleme: 328 okuma

Türkçülükten Kemalist Milliyetçiliğe

1923 sonrası yıllar, Türkçülerin ideallerini Mustafa Kemal’in önderliğinde Cumhuriyet Devrimi atılımlarıyla gerçekleştirme yıllarıdır. Artık Türklerin ezeli düşmanı Çarlık tarihe karışmış, Kurtuluş Savaşı’nın varlık yokluk yıllarında Türklerin yanında olan, ona her türlü desteği sunan sosyalist Sovyetler Birliği vardır. Sovyetler’le dostluk dış politikanın temelidir; bilim, eğitim, ekonomi ve kültürel alanda işbirliğiyle gelişen doğal bir dayanışma ve beraberliktir bu.

1923’ten sonra yeniden faaliyete geçen Türk Yurdu ve Türk Ocaklarının artık Kemalist iktidardan farklı bir idealleri ve programları yoktur. Devrimin bu en kritik yıllarında onların işlevi, iktidarın politika ve uygulamaları doğrultusunda, devrimin düşünsel alanını geliştirmek ve bunu halka benimsetmek olan kültürel ağırlıklı bir faaliyettir. Türk Yurdu ve Türk Ocağı 1930’lara kadar bu görevi büyük ölçüde yerine getirdi. Ocağın gerek Kemalist Devrim’in fikriyatını benimsemesinde gerekse devrimin ona yüklediği kültürel işlevi yerine getirmesinde Yusuf Akçura, Mahmut Esat Bozkurt ve Dr. Reşit Galip’in rolü büyük olmuştur.

Birinci Dünya Savaşı yıllarının Turancıları yurtsever bir karakter taşıdıkları için Cumhuriyet Devrimi süreci içinde Atatürk milliyetçiliğiyle ideallerine ulaştılar ve onun içinde eridiler. Böylece, Türkçülüğün doğuştan devrimci niteliğindeki, Osmanlıcılığın, genlerindeki yayılmacılığın bir yansıması olan Turancılıkla yer yer iç içe geçmesiyle meydana gelen bulanıklık da çözümlenmiş oldu.

Bunun anlamı aynı zamanda şuydu: Kemalizm dışında, ona karşı çıkarak antiemperyalist, laik ve halkçı nitelikte bir Türkçü, Türk milliyetçisi akımın gelişme şansı kalmamıştır; bunun Kemalizmle temsil edildiğini yaşanan tarih kesin olarak kanıtlamıştır. Türkiye’de, Altı Ok’ta ifadesini bulan milliyetçilik dışında bir milliyetçilik ancak emperyalizmin desteğiyle, özellikle o yıllarda yükselen bir akım olan İtalyan Faşizmi ya da Alman Nazizminin etkisi altında gelişebilirdi, ya da dönüp dolaşıp ona hizmet eden bir konuma düşmek durumundaydı.

Türk Ocaklarında Turancı-ırkçı milliyetçilik ve devrimci milliyetçilik ayrışması                  

 Türk Ocaklarının Kemalizme bağlılığına rağmen, örgüt içinde Turancı eğilimler varlığını sürdürmeye devam etti. Sovyetler’den kaçan göçmenler arttıkça bu eğilim belli bir canlanma gösterdi. Hitler politikalarının Avrupa’yla birlikte Türkiye’de de etkili olmaya başlaması sonucu, özellikle 1938’lerden sonra Atatürkçülüğün aydınlanmacı, bağımsızlıkçı ve halkçı siyasetlerine mesafeli duran ve ırkçılığı savunan fikirler yaygınlaştı.

Bu konuda, Mahmut Esat Bozkurt, Dr. Reşit Galip ve kuşkusuz Atatürk ile tutucu-Osmanlıcı Tanrıöver’in İtalyan faşizmine bakışlarındaki farklılık öğretici bir örnektir. Türk Ocağı Başkanı Hamdullah Suphi Tanrıöver’in 23 Nisan 1930’da Türk Ocakları merkez binasının açılışında yaptığı ve temel düşüncelerini açıkladığı konuşması faşizmi över niteliktedir.

Oysa Kemalizmin önde gelen sözcülerinden ve Türk Ocaklarının kıdemli üye ve önderlerinden Dr. Reşit Galip, daha 1926’da kendisiyle söyleşi yapan bir muhabirin, “Türk Ocaklarıyla faşizm arasında bir müşahabet var mıdır?” şeklindeki sorusuna, “Zannetmem. Faşizm bir irticadır, Ocaklılık ise, bir ilerleme ve devrimdir. Faşizm, adi politikacılıktır. Ocaklılık nezih vatanseverliktir. Faşizm emperyalisttir. Ocak ise hudut bekçisidir. Ayrıca bunlar, iki ayrı milletin milli kurumları olmak itibarıyla elbette aralarında ayrıca bu milletlere has nitelik farklarının bulunması da zaruridir”(31) yanıtını vermektedir. Özetle Kemalist Milliyetçilik, emperyalist saldırganlığın en üst va acımasız biçimi olan faşizmin tam aksine ezilen bir ulusun bağımsızlaşma, özgürleşme ve çağdaşlaşma ve böylece gerçek anlamda bir demokratikleşme özlemini, çabasını ifade etmektedir.

Kemalist Devrim, Türk Devriminin, öncesinde ve sonrasında henüz ulaşılamamış zirvesidir. 1908’den 1920’lere kadarki İkinci Meşrutiyet sürecinde gündeme getirilen, tartıştışılan bütün programatik konular, Mustafa Kemalin önderliğinde geliştirilip olgunlaştırılmış ve Altı Ok ilkeleriyle en üst ifade biçimini almıştır.

Bilindiği gibi Altı Ok, Türk Devriminin pratiğinden çıkan ilkeler olmakla birlikte, aynı zamanda, üç ilkesi (Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Laiklik) Fransız Devrimi’nin, diğer üç ilkesi de (Halkçılık, Devletçilik, Devrimcilik) Sovyet Devrimi’nin mirasını içermekle evrensel bir içeriğe sahiptir. Yani Altı Ok ilkeleri, Milli Demokratik Devrim (MDD) adını verdiğimiz, Ezilen ve Gelişmekte olan ülkelere özgü aşamalı ve kesintisiz devrim teorisinin özlü bir ifadesidir. Atatürk’ün “arasız devrimler” olarak ifade ettiği Devrimcilik ilkesi, Türk devriminin ulusal ve demokratik aşamasını tamamlayıp ara vermeden, kesintisiz sosyalizme ilerlemesini anlatmaktadır.

Türk Devrimi Atatürk’ün ölümünden sonra ve İkinci Dünya Savaşı sürecinde, onun vasiyetine rağmen, Türk-Sovyet Dostluğunu terkederek ve buna bağlı devrimci ilkelerden adım adım uzaklaşarak emperyalist sistemin tekrar etki alanına girdi. 1945’lerden sonra bu, ABD’ye ve NATO’ya bağımlılıkla sonuçlanan, devrimci ilkelerin hızla terkedildiği ve yozlaştırıldığı, Türk Devrimi’ne büyük bir ihaneti içeren “küçük Amerika” süreci idi. 1945 ve 50’lerde yaşanan karşıdevrim, 1980’lerde Turgut Özal ve 2002’lerde Tayyip Erdoğanlarla daha da derinleştirildi. Bugün, bu karşıdevrimlerin ve emperyalizme bağımlılığın yıkımlarından kurtulmanın ve yükselen yeni dünyada, Avrasya’da çağdaş, bağımsız, onurlu bir ulus olarak yer almanın sancılarını yaşamaktayız.

V. DEVRİMCİ DEMOKRASİSİ Mİ, SÜPER NATO DEMOKRASİSİ Mİ

Neoliberal tarihçiler, Türk Devrimi’ni, birbirini dışlayan ve karşıt iki modelin çatışması biçiminde ele alır. “Liberal özgürlükçü demokrasi” modeli, “otoriter müdahaleci” veya “vesayetçi” model. Ölçüt, daima “liberal Batı demokrasisi” modelidir. Bu tarih anlayışını en iyi Batılı yazarlarından E. Jan Zürcher ifade ediyor. Zürcher, “Modernleşme tarihi”ni şöyle şemalaştırıyor: Liberal çoğulcu aşamalar: 1908-1913 ve 1919-1925; otoriter baskıcı aşama: 1913-1918 ve 1925-1950. Ne öğreticidir ki, önemli bütün modernleşme ve laikleşme (aydınlanma) dönüşümleri “etkin bir tek parti sisteminin” hakim olduğu “otoriter ve baskıcı” aşamada gerçekleşiyor.(33)

Zürcher, burada Türkiye’nin kendi iç dinamiklerine dayanan, onun biçimlendirdiği, bir demokrasiyi görmek istemiyor ya da bilgisi anlamaya yetmiyor. Zürcher ve liberallerin kafasındaki tek ölçüt, özündeki, kökündeki halk egemenliği ilkesinden kopmuş, sömürücü sınıfların kendi aralarındaki çatışmanın kurumlaşması olan, emekçi sınıfların dışlandığı, yozlaşmış çok partili liberal demokrasidir. Bu demokrasi, Türkiye’nin 1945’lerden sonra ABD ve NATO’ya bağlanmasıyla tamamen ABD güdümünde uygulanan bir “NATO Demokrasisi”dir. Atlantik sistemine bağımlılığın ayırdedici bir göstergesi olan bu “çoğulcu”, çok partili liberal demokrasi, 12 Eylül’den sonra % 10 barajıyla emekçi sınıfların ve devrimci-sosyalist güçlerin parlamentoda temsilini tamamen ortadan kaldırmıştır.

Türk Devriminin dinamiklerini özgürleştiren, emekçi sınıfların temsilcilerini parlementoya yansıtan demokrasi ise, gerçek anlamda halk egemenliğini ve ulusal bağımsızlığı esas alan “Devrimci Demokrasi”dir. Devrimci Demokrasi, ortaçağ toplumsal ve siyasal ilişkilerinin temizlenmesi, emperyalist sistemden köklü bir kopuş sağlanana kadar işlevini sürdürecektir. Bugün Türkiye, tarikatları, dolar ve sıcak para vurguncusu, rantçı, tefeci, hortumcu mafyalaşmış güçleri iktidara taşıyan bir ABD’de dizayn edilen bir sandık demokrasi ile yönetilmektedir.

Türkiye’nin devrim tarihi içinden bakıldığında, yukarıdaki sözkonusu dönemlerin birbirini dışlayan değil, birbirini zorunlu kılan süreçler olduğu rahatlıkla görülecektir. Kurtuluş Savaşı ve onun gerektirdiği merkezi disiplin ve otorite, Mustafa Kemal’e diktatörlük yetkisi veren meclis kararı olmadan ulusal bağımsızlık kazanılamazdı. Ulusal bağımsızlığın kazanılamadığı ve sömürgeleşen bir Türkiye’de Türk demokrasisinden söz edilemezdi. Aynı şekilde, daha sonraki, 1925’ten 1946’ya kadar süren tek partili sistem ve planlı devletçilikle, iplerin gerilip, maddi ve manevi güçlerin tek bir merkezde birleştirilmesiyle hızlı bir sanayileşme sağlandı. Böylece ortaçağ gericiliği kısmen de olsa ezilerek ulusal bir iç pazar yaratıldı ve çoğulcu bir demokrasinin ekonomik toplumsal temelleri oluşabildi. Bu temeller oluştuğu ölçüde ancak çok partili demokrasinin koşullarından söz edilebilirdi.

Ortaçağ kültürü ve toplumsal ilişkileri temizlenmediği ve tekrar emperyalizmin hegemonyası altına girildiği, yani ulusal ve demokratik devrim tamamlanmadığı için bugün Türkiye, mafya-tarikat sistemi altında, derin ekonomik ve siyasal kriz içinde çırpınıp duruyor. Kör bir Kemalizm ve Devletçilik düşmanlığıyla küresel merkezlere biat ederek uygulanan, küreselci, tüketim odaklı borç ekonomisiyle, hazırcılığa, vurgunculuğa dayanan ve halkın aptallaştırılmış tüketiciler olmaya mahkum edildiği bir siyasal-toplumsal yapıda bunlar kaçınılmazdır.

27 MAYIS: JÖN TÜRK GELENEĞİNİN SON HALKASI

27 Mayıs’ıs en önemli özelliği, 1946’larda kesintiye uğrayan 1920 ve 1930’ların halkçı Devrimci Demokrasi çizgisinin tekrar hayata geçirilme girişimi olmasıdır. 27 Mayıs’la ilgili değerlendirmelerde karşıtlıklar, aslında, Batı merkezli liberal “özgürlük”, “demokrasi” anlayışları ile Kemalist Devrimci program arasındaki farklılıklardan kaynaklanır. Ya da en genel anlamda liberal demokrasi ve özgürlükçülük ile Doğu’ya özgü devrimci demokrasi ve özgürlük anlayışlarının karşıtlığıdır bu. Jön Türk devrimci geleneği, bize ve Asya’ya özgülüğü ortaya koyan en önemli bir ayraçtır.

27 Mayıs, Kemalist Devrimin ikinci büyük atılımıdır; ya da Jön Türk geleneğinin son büyük deneyimidir. Başka deyişle, 27 Mayıs, Türk Devriminin, emperyalizme karşı 150 yıllık büyük ileri hamleler ve geri çekilişlerle ilerleyen dağdağalı savaşında, 20. yüzyıl gerçekliğindeki son büyük taarruzudur diyebiliriz. Hiç kuşkusuz bu nedenle, Türk Devriminin kazandığı bütün mevzilere karşı yürütülen emperyalizm güdümlü neoliberal ve gerici saldırıdan 27 Mayıs da en büyük payı aldı. Anti İttihatçılık temelinde geliştirilen bütün teoriler ve suçlamalar 27 Mayıs için de geçerli; anti otoriterci, sahte darbe karşıtı söylem bu kez “sivil”ci, “sivil toplum”cu ve asker düşmanlığı biçimindedir.

Oy sandığına hapsedilmiş, mafya ve tarikatların kontrolüne girmiş biçimsel bir demokrasi düzleminden, Kemalist Devrime ve onun mirasçısı 27 Mayıs’a ağır suçlamalar ve hakaretler yapılmaktadır. Saldırıyı yapan liberal ve sahte demokratların, mafya-tarikat güçlerinin mantığına göre, “sivil”in yaptığı her şey demokratik, çağdaş, askerin yaptığı her şey –en büyük demokratik atılımı bile getirse- antidemokratik, çağdışı!..

Türkiye’nin gelişme dinamikleri açısından tam karşıt işlevlere sahip olmalarına rağmen, Amerikancı -hukuk, adalet ve demokrasi karşıtı-bir iktidara yönelik yapılan 27 Mayıs Devriminin, bütün hedef ve sonuçlarıyla Amerikancı ve gerici nitelikteki 12 Mart ve 12 Eylül darbeleriyle ile aynı sepete konması, onun özgürlükçü, ilerici, bağımsızlıkçı karakterini örtbas etmeyi amaçlamaktadır. Asker düşmanlığını ve sivilciliği demokrasi ve özgürlük için her şey olarak görme ahmaklığına yakalanmış bir kısım aydın da ne yazık ki bu tuzağa düşmektedir.

27 Mayıs, sonuçları itibarıyla bakıldığında; çağdaş, demokratik yeni bir Anayasa, toplumcu-ilerici fikirlerin ve örgütlenmelerin yükselişi, ulusal egemenliğin güçlendirilmesi, Devlet Planlama Teşkilatı’nın (DPT) kuruluşu, Sosyal Devlet ilkesinin anayasaya konması, sendika, toplu sözleşme ve grev haklarının yasalaşması, Yasama, Yargı ve İcranın bağımsız erkler olarak kurumlaşması vb ile son 50 yıla şöyle ya da böyle damgasını vuran tarihsel önemde bir olaydır.

Amerikancı mafya-tarikat yazarlarına göre, 27 Mayıs, seçimle gelen bir hükümeti seçim dışı yolla devirdiği ve “milli irade”yi ortadan kaldırdığı için demokrasi ve özgürlük karşıtıdır!.. Onlara göre, 12 Eylül, 12 Mart nasıl demokrasinin işleyişine, seçim dışı yollarla bir müdahaleyse, 27 Mayıs da, yarattığı sonuçlar ne olursa olsun, aynı nitelikte bir darbedir!.. Gerçekte ise yapılmak istenen bir başka şey, 27 Mayıs’ı, 12 Eylül ve 12 Mart’la aynı kefeye koyarak son ikisini 27 Mayıs üzerinden aklama gayretidir.

Ancak ne büyük bir çelişkidir ki, “demokrasi karşıtı” bir “darbe”yle gelen 27 Mayıs’ın kazandırdığı 1961 Anayasası, dost düşman herkesin kabul ettiği gibi, Türkiye’nin en demokratik, en özgürlükçü Anayasasıdır. Bu nasıl iştir ki, demokrasiye karşı bir eylem, bir hareket, bir buçuk yıl gibi çok kısa bir süre içinde dünyanın en demokratik Anayasasını yapacak ve seçimle gelmiş bir hükümete yetkilerini devredecek ve toplumsal-siyasi hayatta da Türkiye’nin en özgürlükçü ve demokratik dönemini başlatacak!.. Ve ne garip ve ilginçtir ki, 1908’de de 1920’de ve 1960’ta da, “sivil” olan “demokrasi”nin ve çağdaşlaşmanın yolunu açanlar, hep “sivil olmayan” hareketler, askerler oluyor!…

Devrimci Demokrasi: Türk Devriminin temel karakteri

Buradaki garipliklerin, sorunlar yumağının çözümü, aslında bütün devrimlerin ortak karakterinde yatar. En çok da Türk Devriminin karakterinde, dinamiklerinde aranmalıdır sorunların yanıtı. O nedenle, emperyalizm ve ortaçağla savaşarak gelişen Türk Devrimini en iyi anlatan demokrasi biçimi, Devrimci Demokrasidir. Daha genel deyişle, kılıç ile gülün, demokrasi ve diktatörlüğün/otoriterliğin, özgürlük ve zorunluluğun diyalektik birliğidir bu. Bunun başka bir tanımı, tarihin kördüğümlerine İskenderce müdahaledir. Türk Devriminin dinamiklerini ve mantığını bu açıdan incelediğimizde, ucuz ve kolaycı bir “özgürlük”, “demokrasi” şarlatanlığına pirim vermiyorsak eğer, her şey dupduru bir su gibi aydınlanacaktır.

Sivil-asker yapay ayrımına dayandırılan, tarikatların kucağındaki oy sandığına kilitlenen bir “milli irade”, ve asker karşıtı, yani silahlı gücü olmayan bir demokrasi, tarih dışı, var olmayan, varsa da uydurma, sahte bir demokrasidir. Çünkü, her demokrasinin iç veya dış mutlaka düşmanları vardır ve kendini bu düşmanlardan korumak için silahlı bir güce dayanmak zorundadır. Silahla korunmayan bir demokrasinin tarihte örneği yoktur, olamaz da. O adalet sembolü güzel kadının bir elindeki adalet terazisi, öbür elindeki kılıçla korunmaktadır; aynı sembol, en az adalet kadar, onsuz var olamayacak olan özgürlük ve demokrasi için de geçerlidir.

Ezilen bir dünya ülkesi olan Türkiye’de emperyalizmle savaşarak bir devrimle kurulan ulusun egemenliğine dayanan ulusal/milli irade, en başta devrimin iradesidir. Çünkü ulusal iradenin içerik ve anlam kazanmasını, ulusun var oluşunu sağlayan, ulusu yaratan devrimdir. Devrimle milletin ödediği bedeller, milletin feda ettiği şeyler vardır; can vardır, kan vardır, acı ve yoksunluk vardır, en başta milli iradenin temelinde. Bunlar kurucudur, yön belirleyicidir, vazgeçilmezdir.

Gerçek milli irade ve sahte milli irade

Çünkü millet olmasaydı, milleti oluşturan Türkiye halkı birleşip, savaşıp ulusal bir devlet kurup egemenliğini eline almasaydı milli irade de yoktu. Ne vardı onun yerinde? Emperyalizmin programı, Sevr’in iradesi, sahte milli irade egemen olurdu Anadolu topraklarında. Milletin olmadığı bir yerde milli iradeden bahsetmek fantazi bile olmayı hak etmez; emperyalizmin iradesidir o. O fanteziyi üretecek, bugünkü kendi özgürlüğünün tarihini inkar eden Soroscu liberaller gibi fanteziler üretecek, özgür insanlar olamazdı çünkü.

“Küçük Amerika” süreciyle başlayan Soğuk Savaş yılları ve günümüze kadar gelen dönemin temel bir özelliğidir: Sakatlanmış, çarpıtılmış, emekçilerin ve sosyalistlerin temsilcilerinin Meclise girmesi, çeşitli barajlar, yasaklamalar ve SüperNATO tertipleriyle engellenmiş, içi boşaltılmış sadece bir kabuktan ibaret güdümlü bir “çok partili demokrasi”… Kemalist Devrim’i bir karşıdevrimle tasfiye etme sürecini günümüze getirip vahim ve kahredici sonuçlarını düşündüğümüzde, NATO’ya girerek, “Batı demokrasisi” ve “Hür Dünya”da, “Atlantik demokrasisi”nde yer alarak Türkiye’nin kazandığı sadece ve sadece, ABD güdümlü, milli iradeye karşı sahte bir “milli irade”, demokrasiye karşı sahte bir “demokrasi”dir.

Özetle 27 Mayıs, gençlik, emekçi, aydın geniş halk kitlelerinin desteklediği askeri bir müdahale ile başlayan, fakat rengini, niteliğini hedeflediği devrimci adımlardan alan bir harekettir. 27 Mayıs’ın yaptığı şey; Milli iradeyi, ulusal egemenliği çiğneyerek, milletin bütünlüğünü, temel hakları ve özgürlükleri “oy sandığından aldığı” güce dayanarak tehdit eder hale gelen bir iktidarı devirerek, tekrar milli iradeyi temsil eden kurumların oluşturulmasından ibarettir.

VI. SONUÇ

Sonuç olarak, Türkiye’nin bütün çağdaşlaşma, özgürleşme ve demokratikleşme kazanımlarını, ulusal bağımsızlığı ve egemenliği reddetmeden, “İttihatçı zihniyet”le, Kemalist “otoriterlik”le hesaplaşmak mümkün değildir. İttihatçı ve Kemalist otoriterlik, başka deyişle Halkçı Devrimci Demokrasi, ezilen bir ulus olarak Türkiye’nin içinde yer aldığı emperyalist sistemden kopup bağımsız egemen ülke olmasının vazgeçilmez bir koşuludur. Türk demokrasisi modeli, bütün ezilen ve gelişmekte olan ülkeler gibi, emperyalist baskı ve müdahaleye karşı direnme zorunluluğu temelinde şekillenmiştir. Türk Devrimi tamamlanmamıştır, ancak bir devrimle tamamlanabilir. Dolayısıyla yukarıda özünü, ruhunu anlatmaya çalıştığımız, bize ve Asya toplumların özgü Devrimci Demokrasi modeli de geçerliliğini sürdürmektedir.

Ulusal bağımsızlık yoksa, demokrasi de yoktur. Feodalizm, ağalık, şeyhlik, tarikatlar hâlâ güçlenerek yaşıyorsa, demokrasi de sahte bir demokrasidir. Bütün bunlar var olduğu için, “devrim kanunları bütün kanunların üstündedir” ilkesi, hâlâ bütü canlılığıyla yaşamaya devam ediyor. Türkiye’nin dinamikleri Atlantik sisteminden kopup Avrasya dünyasında yer almanın sancılarını yaşamaktadır. Bu sürecin başarıya ulaşması, ancak ve ancak, Türk Devrimi programının, Kemalist Devrim ilkelerinin ödünsüz hayata geçirilmesiyle mümkün olacaktır.

Mehmet Ulusoy

Dipnotlar

31 Füsun Üstel, Türk Ocakları, İletişim Yayınları, İstanbul, 1997, s.112.                                                                              32 Füsun Üstel, age, s.212.

33 Erich Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İletişim Yayınları, 9. Basım, İstanbul 2000, s.177 vd.

 

İLK YORUMU SİZ YAZIN

Hoş Geldiniz

Üye değilmisiniz? Kayıt Ol!

Hemen Hesabını Oluştur

Zaten bir hesabın mı var? Giriş Yap!

Şifrenizi mi Unuttunuz

Kullanıcı adınızı yada e-posta adresinizi aşağıya girdikten sonra mail adresinize yeni şifreniz gönderilecektir.