Devletlerin de insanlar gibi “hayatta kalma mücadelesi” içinde olduğunu savunan Uluslararası İlişkiler disiplinindeki ana akım teorilere göre “güç” sahip olunması gereken başlıca gereksinimdir. Ancak güç ile ilgili 1990lı yıllarda, Joseph..
Devletlerin de insanlar gibi “hayatta kalma mücadelesi” içinde olduğunu savunan Uluslararası İlişkiler disiplinindeki ana akım teorilere göre “güç” sahip olunması gereken başlıca gereksinimdir. Ancak güç ile ilgili 1990lı yıllarda, Joseph Nye’nin ortaya koyduğu yumuşak güç( soft power) kavramı, sert gücün tehdit, sopa yani zor kullanmaya dayanan askeri ve ekonomik enstürmanlarının aksine rıza üretmeye dayalı bir nüfuz kurma biçimine atıf yapmaktadır. (Çavuş, 2012)
Soğuk Savaşın en yoğun olduğu günlerde, bir yumuşak güç uygulama örneği olarak Amerika tarafından yürütülen kültürel savaşın, bilim, sanat ve edebiyattaki politik izleri üzerine olan bu kitap, gizli bir kültürel propaganda yapılması için ayrılan devasa bütçenin nasıl ve nerelere harcandığını konu edinmektedir.
Kitabın giriş kısmında yazar, kitabın belki de yazılma amacını özetleyen Archibald Macleish’e ait bir alıntıya yer vermektedir: (Frances Stonors Saunders, y.y.)
“Tarih diyordu Arcibald Macleish bir yazısında, ‘müziğin duyulmadığı ölü noktaları olan , kötü inşa edilmiş bir konser salonuna benzer.’ Bu elinizdeki kitap işte bu ölü noktaları bulmayı amaçlamaktadır.”
Sunders’ın “Ölü noktaları bulmak” olarak tanımladığı, aslında resmi tarihin dillendirdiğinin arkasında örtük kalan hakikati bulma veya en azından farklı bir bakış sunma çabası olduğu “Giriş” bölümündeki ifadelerden anlaşılmaktadır. Ancak bu gizli tarihin sisli yollarındaki arayışın sadece belgeler üzerinden olamayacağı aşikar. Bu sebeple yazar açık bir şekilde, kişisel ilişkilerin , hassas bağlantıların ve üçkağıtların rolünü ve yatak odasında dönen dolapların, salon diplomasisinin önemini dikkate alarak bu kitabı yazdığını belirtmektedir.
Kitap, her biri özgün bir başlıktan oluşan 26 bölümden oluşmaktadır. Her biri alt başlık niteliği taşıdığı için kitabın tamamını üç ana bölüme ayırmak mümkündür; propaganda kurum, kuruluş ve cephelerin kuruluş aşaması , işlenişi süreci ve defişre olduğu dönem.. Her ne kadar yazar açık bir şekilde kronolojik bir düzenlemeye gitmemişse de ilk bölümde Amerikan istihbaratçılarının 2.Dünya Savaşı sonrası “Nazizimin kökünü kurutmak ve demokratik bir Almanya özlemini yaygınlaştırmak için” psikolojik ve kültürel silahların kullanımının saptanması maksadıyla Berlin’e gitmeleriyle başlamaları ve daha sonrasında Anti Komünizm propagandası için yapılan faaliyetlerin kuruluş süreçleri ele alınmaktadır.
İlk bölüme “ Güzel Ceset” alt başlığı verilmiş olması savaş sonrası adeta bir cesede dönüşmüş olan Berlin’e gönderme olarak yorumlanabilir. Alman müzik hayatının hücrelerine kötücül virüs gibi yerleşmiş olan Nazizmin, kökünden temizlenmesi için Almanya’daki konserlerin denetlemesi mevzu bahis edilmektedir.
Yazara göre Amerika, kültürel savaş konusunda rakibi olan Rusya’ya karşı zayıftı. Amerika sahip olduğu ekonomik ve silah üstünlüğüne rağmen, Rusya’ya karşı “Stalin rejiminin kafaları ele geçirme savaşı”nda yenik düşmesi, kültürel savaş için bir yapılanmaya gitmesine ve bunun için yeni ilişki ağları kurmasına sebep oldu.(s.29)
Amerika’nın özellikle Komünizmle mücadelede entelektüelleri bir köprü olarak kullanması, Rus propagandasının bir sonucu olarak kültürel açıdan “çorak bir ülke” olarak görülmesinden sonra başlamaktadır. Amerika bu algıyı kırmak için Almanya başta olmak üzere Avrupa’da aydınları ve sanatçıları ayartmak ve onlara Amerika’nın çıkarlarına denk düşen “zaten söyleyecekleri” sözleri daha çok duyrulmak için çeşitli örgütler, vakıflar ve kuruluşlar üzerinden çalışmalar yürüttü. Almanya’da Amerikan menşeeli Amerika-Hauser’da yapılan konferanslarla Amerika’nın sarhoş kovboylar kıtası olmadığı mesajı veriliyordu. Amerika bu süreçte “bir kitabın bir savaş kadar büyük bir olay olabilir”liliğini görmüş ve Alman okuruna Amerika’yı daha etkili bir şekilde anlatmayı başarmanın yollarını aramaya girişmişti. Bunu başarmasının altında yatan en büyük etken, bu kitaplar açıktan devlet desteği ile bastırılmamasıydı. Dolayısıyla propagandanın kirine bulaşmadıkları için tesir güçleri yüksekti.(s.54)
Kitabın ekseriyetine Amerika’nın soğuk savaş dönemindeki kültürel çalışmaları, CİA’nın yürüttüğü Anti-komünist propaganda ve bunun yürütülmesinde kullanılan aracı kurumlar ve kuruluşlar ve Planlar bulunmaktadır hakimdir. Bu soğuk savaşta tuhaf ittifakların olabileceğini yazar, kitabın ilk bölümünde Amerikan İstihbarat Servisi Başkanı olan William Donovan’ın sözünü alıntılayarak işaret etmektedir:
“Hitler’i yenmemize yardımcı olacağını bilsem Stalin’i bile işe alırım”. Bunu tersine çevirdiğimiz zaman “Almanların yeni dostlarımız, kurtarıcı Rusların ise düşmanlarımız olacağı” açıktı. (s.29)
Bu aslında kitap boyunca oldukça dikkat çeken “tuhaf” ilişkilerin sebeplendirilmesi olarak görülebilir. Zira kitabın gelişme bölümünde “Komünist olmayan sol”un desteklenmesi ve örgütlenmesine detaylıca yer vermektedir. Amerika çeşitli camiaları desteklemekle yetinmemiş ayrıca Marshall Planı ve Truman Doktrini ile çeşitli devletlerin maddi olarak desteklenmesi yoluyla Rusya’nın hakimiyet alanları daraltılmaya çalışıldığı görülmektedir. Her ne kadar bu “baskıya boyun eğmeyen özgür halklarımn desteklenmesi” gibi oldukça masum gerekçelerle sunulmaya çalışıldıysa da yazara göre işin gerçeği pek de böyle değildir. (s.38) İkinci bölümün başlığının “Seçkinlerin alın yazısı” olması ve girişinde “Masumiyet diye birşey yoktur…” aktarımı sunumun gerçeklikle olan zayıf ilişkisine vurgu yapmaktadır. Bu bölümde CİA’nın kuruluşuna kadar ki süreçte faliyet gösteren iyi eğitimli seçkinlerden oluşan yapılanmaların çalışma biçimleri üzerinde de durulmaktadır.
Ayrıca edebiyat camiasının ünlü simalarının İstihbari görevler alması ve bu ilişkiler üzerinden edebi yönlerinin araçsallaşması kapsamlı bir şekilde ele alınmaktadır. Buna örnek olarak Hemingway ve oğlunun Stratejik Hareketler Dairesi’nde(SHD) çalışması örnek verilmektedir.
Aydınlar üzerinden yürütülen kültürel savaşta iki farklı kutbun olması ve birbirlerine adeta meydan okurcasına konferanslar düzenlemeleri ve listeler yayınlamaları kitapta oldukça geniş bir şekilde işlenmiştir. Özellikle bu tür konferansların ciddi dergilerin çevresinde gerçekleşmesi ve bu dergilerde yazan yazarların kaçınılmaz bir şekilde taraf olmaya mecbur kılmasına dikkat çekilmektedir. Time-Life Dergisinin Stalin’in tam sayfa resmini yayınlayıp bir sayısını Rus halkını ve Kızıl Orduyu övmeye ayırması buna örnek olarak verilebilir. Yine kültürel savaşın gittikçe kızıştığı bir dönemde aralarında Albert Einstein, Charlie Chaplin, Arthur Miller gibi ünlü simaların olduğu “ Waldorf Konferansı” katılımcıları için gizli dosyaların açılması ve “gizli komünist, açık komünist, konünist” şeklinde fişlenmeleri bu savaşın artık iyiden iyiye kızıştığını göstermektedir.(s.65)
Bu noktada Amerika’nın anti komünist cephe oluşturulurken nelere dikkat edildiği kitabın ilerleyen bölümlerinde daha da belirginleşmektedir. Aydınları aleni bir şekilde anti komünizm için kışkırtmanın işe yarar olmayacağı bilakis bir özgürlük ortamı sunarak “Komünist olmayan Sol”u konuşturmalarının gerekliliği belirtilmektedir. Bunun için CİA’nın desteği ile düzenlenen Kültürel Özgürlükler Kongresi, yine kartvizit sahibi simaların makalelerini bir araya getiren “Başarısızlığa Uğrayan Tanrı”kitabı ve aydınları biraya getiren Encounter Dergisi‘nin kuruluş süreçleri ve etki sahaları kitabın ikinci bölümünün başlıca konusudur.
CİA’nın desteği ve örgütlemesi edebiyat ve bilim alanıyla sınırlı kalmamıştır; sanat camiasında özellikle Modern resim üzerinde hatırı sayılır bir ekinlik kazandı. Kitabın “Koruyucu kötü cinler” bölümünde yazar, Soyut dışavurumculuğun bir soğuk savaş silahı olarak kullanıldığını açıkça belirtmektedir.(s.305) Bu hususta Amerikan soyut dışavurumculuğunun parlatılması için seçildiği anlaşılan dağınık saçlı ve sarhoş Jakson Pollock’la “Amerikan resminin zaferi” olarak sunuldu.(272) Bu konuda başta “Komünist bir sanat olarak görülen modern sanat” Amerikan Modern Sanat Müzesi’nin çabalarıyla ve hatta elitist muhafazakar sanatseverleri kızdırmayı göze alarak “modern sanat” bir kanadıyla Amerikalı hale getirildi.
Soğuk Savaş‘ta eskimeyen bir silah daha ekleniyor kitabın sonlarına doğru; din. “Koruyucu Kötü Cinler” bölümünde Tanrı’nın yeniden keşfinin ve düşman ideolojiyi “dinsizlik” üzerinden itibarsızlaştırmanın sistematik olarak nasıl yapıldığı konu edinilmektedir. Bu hususta dinlerin “düşman” kavramı ve “seçilmiş” olma yönü bu savaşta kazanmak için kullanıldı.(s. 306)
Kitabın son bölümlerini “çözülme” olarak görülebilir. Dikkatle ve titizlikle oluşturulmuş projelerin hayata geçirildiği ve geniş kitlelere ulaştırıldığı ve hatta kimi yerde otorite kabul edilir düzeye geldiği bu çalışmaların bir noktadan sonra “ifşa”sı ve kopuşları kaçınılmaz olacaktı. Elbette CİA’nın kültürel ve sanat alanındaki çalışmaları şehir efsaneleri düzeyinde konuşulmaktaydı. Ancak Counter Dergisi’nde Amerikanın dış politikasını eleştiren makalelerin de çıkması kafa karıştırıyordu. Dolayısıyla bu dergilerin ve kongrelerin CİA ile aleni bağları bulanamadığı gibi ispatı da zahmetliydi. Kitabın son bölümünde bu çözülmeler ve CİA bağlantılarının ifşa oluşu aktarılmaktadır. Hannah Arendt’in Counter Dergisi için : “Üniversite öğrencileri tarafından çıkarılan, çoktan ölmüş, taşlaşmış bir lise dergisi gibi, bu güne kadar yayınlanmış en yavan şey, kuşkun olmasın.” diyordu. (s.229) Yine farkında olmadan CİA’nın amaçlarına hizmet etmeyi özetleyen bir cümle de “Kültürel Nato” bölümünün başlangıcında şöyle ifade edilmektedir: “Bay Yermilov, mezarınızda kemikleriniz sızlayabilir: CİA parası yediniz!” (s.355) Kültürel Özgürlükler Kongresi‘nin CİA tarafından kurulduğu, Nobel ödüllerine ve diğer ödüllere müdahale edildiği ve daha bir çok konu kitabın son bölümünde ele alınmaktadır.
Hemen düşünmeye başladım: MİT bizleri meyhanelerde izlemekten başka, edebiyat ve sanat alanında acaba dalavere çevirmiş miydi? Acaba CİA Türkiye’de de parayı verip düdüğü çalmış mıydı?
Özdemir İnce/ Hürriyet Gazetesi(İnce, 2010)
Kitabı okuduktan sonra bir çok yazar gibi Özdemir İnce’nin de aklına ilk gelen soru: “Acaba biz de kullanıldık mı?”oldu. “Parayı Verdi Düdüğü Çaldı” ismiyle Türkçeye çevrilen kitap, Soğuk Savaş döneminde Amerikan İstihbarat örgütünün kültürel savaşını kapsamlı ele almaktadır. E.P Thompson bu sürece “Natopolition” demektedir. (Said, 1999)Yani soğuk savaşta Nato’nun askeri ve siyasi kurumları dışında, kültürü de bir silah olarak kullanması ve entelektüelleri iki kutuplu dünyada düşünsel olarak da taraf olmaya zorlayan bir süreç olmuştur.
“Özgürlük” ve “Demokrasi”nin kışkırtıcı olduğu kadar tehlikeli bir silaha dönüştüğü bu dönemde, sinema filmlerinden, romanlara, resim galerilerinden, entelektüellerin makalelerine bir çok alana ideolojinin bilinçli olarak yerleştirildi ve bunun için de istihbaratın aktif rol aldı.
Türk okuyucusunu zorlayabilecek bir çok olay ve isim örgüsü içinde yine de kitabın Encaunter Dergisi ve CİA arasındaki bağlantıları ve yine İstihbarat tarafından gizlice denetlenen makaleleri, suikastleri kadar bir çok konudaki iddiaları her ne kadar henüz 60ların başında dillendirilmiş olsa da yine de kayda değerdir. Özellikle George Orwell, Stephen Spender ve Raymond Aron gibi isimler hakkında oldukça geniş bilgi bulunması o döneme ışık tutuyor. O dönemle ilgili Sidney Hook:” Bazı zamanlarda, özellikle bazı kritik meselelerde ‘ne o, ne öbürü’ demek yerine ‘ ya o , ya öbürü’ demek ve iki taraftan birini seçmek gerekir.” (Johnson, 2001)Demektedir. Entelektüellerin iki tarafı da eleştirmesi ve arada kalmasının zor olduğu zamanlarda, bir tarafa yakınlaşıp kaçınılmaz olarak öteki tarafın düşmanı pozisyonuna düştüklerini itiraf etmektedir. Sadece entelektüeller mi, o dönemde aynı şekilde sanatçıların de devletin kullanışlı ‘köleleri’ haline geldi. President Einshower bu durumu ifade etmek için :” Sanatçılar devletin köleleri ve araçları haline geldiği zaman,sanatçılar bir davanın baş propagandacısı olduğu zaman, ilerleme sekteye uğrar ve yaratıcılık ve deha imha olur.” demektedir.(Mathis, 2010)
Gerçekten de Kültürel Soğuk Savaş‘ta yürütülen politikalar yıkıcıydı çünkü solun büyük ekseriyeti “Faustiyan paktı”nın etkisi altına alındı. Sol ikiye bölünüp bir tarafı Amerika’nın bir tarafı da Rusya’nın iktidarına boyun eğdi. İki taraf da ruhlarını satmıştı. Bir taraftan Neruda’nın, Stalin’e yazılar yazdığı, Picasso’nun Stalin portresini yaptığı öbür taraftan Orwel’in ideolijik romanlar yazıp, Pollack’ın CİA eliyle parlatıldığı bir dönemdi.(Johnson, 2001)
Robert Boynton bu aydınları “büro tipi siyaset yapan politik aydınlar” olarak tanımlamaktadır. Boynton “Parayı Verdi Düdüğü Çaldı” kitabını yorumladığı makalesinde asıl soruyu soruyordu : “Peki CİA’nın rolünden tam anlamıyla kimlerin haberi vardı ve ne zaman haberdar oldular?”(Boynton, 2000)
Çünkü böyle ilişkilerin ifşa edilmesinden sonra pek çokları “kandırıldık, aldatıldık” demişlerdi. Peki bu “iyi niyetli, kandırılmış entelektüeller” itiraf ettikleri gibi haberleri olmadan mı kullanılmışlardı yoksa bilinçli bir işbirliği miydi? CİA bondrosünde çalışmış profesyonel istihbaratçı yazar, ressam ve entelektüelleri hangi kategoride değerlendirmeliyiz? Öne çıkardıkları mesleklerinin arkasındaki asıl meslekleri nasıl görmeliyiz? Mesela Modern Sanatın Amerikan İstihbaratı eliyle parlatılması ve bu noktada cilalanan Pollack gibi resssamları hangi kategoride değerlendirmeliyiz? Etik açıdan bu sanatı da kişisel yaratıcılığın eseri olan sanatla aynı kefeye de görmeliyiz? CİA iyi bir sanat eleştirmeni ve sanat kaşifi olarak kabul edilebilir mi?
Daniel Bell için ne düşünmeli ; “Tarihin Sonu”nu haber veren bir entelektüelin kimin hesabına bu kehanette bulunduğunu sorgulamak ve akil insan ve güç arasındaki bu nevrotik ilişki nasıl görülmelidir? Bilincini teslim eden biri mi, iyiliğe inanmayan bir bilgin mi yoksa iman etmiş bir CİA entelektüeli mi? (Boynton, 2000)
CIA’nın entelektüeller üzerinde bu kadar büyük bir etki yaratabilmesi izlediği strateji ile de alakalıdır. Kültürel Özgürlükler Kongresi üzerinden Avrupa’daki Komünist olmayan Solu bir araya getirip konuşmaları için platform hazırlaması ancak iç işleyişe açıktan büyük bir müdahalede bulunmaması ve göreceli olarak “özgür” bir ortam sunması belki de entelektüeller tarafından rahatsız edici bulunmamış olabilir. Zaten Sunders’in kitabı da CİA’nın uyguladığı metodu özetlemektedir: Propaganda yapmanın en iyi yolu hiç yapmıyormuş gibi yapmaktır Richard Crossman” (Frances Stonor. Saunders, 1999) Buna göre entelektüeller ve etki altında kalanlar bunu uzun süre bir propaganda olarak görmeyeceklerdi. Açık bir propaganda yürütmeyerek kullanışlı entelektüelleri istedikleri sürece konuşturabildiler. Düşünce kuruluşlarını açıktan devlet destekli hale getirmeyerek, fonları aracı vakıflar üzerinden yapmaları da devletin tiz sesi olarak duyulmamalarına neden oldu. Mesela Encounter Dergisi CİA ile olan bağlantısına rağmen, Sunders’in da kitapta belirttiği gibi Rosenberg ve Fiedler’in makaleleri dergideki “truva atı” olarak görülmesi ve CİA tarafından açıkça makaleye müdahalesini saymazsak kayda değer bir şekilde makalelerin yayınlanmasına engel olmadığı görülmenktedir. (s.228) Ancak şöyle bir soru akla gelebilir; “CİA ile bağlantısına rağmen, teşkilatın bu kadar az müdahale etmiş olması göreceli olarak özgürlük” anlamına gelmez mi? Yazar bu noktada kitabın ana teziyle çelişir bir duruma düşmüştür. Bir derginin bütün yayın hayatı boyunca sadece iki makale için emir almış olması bir yönüyle olumlu bir şeydir. Mesela Amerika’nın dış politikasını aleni bir şekilde eleştiren yazarların bu dergide yer bulabilmesi devletin kendi eliyle muhaliflerini beslemesi anlamına gelmez mi? CİA’nın görünür şekilde derginin işleyişine çok az müdahale etmesine rağmen yine de şöyle sersenişler de bulunmaktadır: “Encounter, Soğuk Savaş’ın bir silahından öte birşey olmayacaksa çok yazık.”(s.228) Ancak aynı fikirde olmayanlar da var ve derginin “sahici propagandanın nabız sesi”ni düşük bulanlar da bulunmaktadır.(s.263)
Miles Mathis kitapla ilgili yazdığı makalesinde Amerika ve Rusya’yı sanatın, sanatçının ve entelektüelin özgürlüğü bağlamında kıyaslamaktadır ve kültürel propagandada Rusya başı çekmesine rağmen, Moskova’da bile sanatçı New York’taki kadar bağımlı olmadığını söylemektedir. Ve 20. Yüzyılda sanatın spekülatörler, propagandacılar ve ücretli akademisyenler sebebiyle çöktüğünü belirtmektedir. (Mathis, 2010)
Rusya’nın parlattığı reelist sanatın karşısına çıkarılan soyut dışavurumculuk devlet eliyle nasıl bir akıma dönüştürüldüğü ve bu akıma ve sanatçılarına nasıl bakılması ile ilgili bir sorunsal ile karşı karşıya kalınmaktadır. Özgür şartlarda gelişmemiş ve bir yönüyle sanatsal yaratıcılığın ücret mukabili geliştirildiği bir durumda bu sanatçılara saygı duyulmalı mıdır? Ajan mı sanatçı olmuştu yoksa sanatçı mı ajanlaşmıştı. Yaratıcılığını Faust gibi satan ve köleleşen sanatçıları ‘köle’, ‘propagandacı’ olarak fişlemek ve ‘deha’ olduğu düşünülen entelektüellerin aslında parlatılmış ve belki de binlerce dehanın üstünü ezerek, onlara iftira edilerek, yukarı çıkırılmış olduğunu bilmek(Mathis, 2010) kusursuz bir saygı duymanın önünde büyük engeldir. Peki sanatçılar, entelektüeller, edebiyatçılar kendi işlerini yaparken gerçekten inandıkları fikirlerin, akımların içinde çabalarken yaptıkları işlerin “kimin yararına” olduğunu düşünmek zorunda mıdır? Kendi inandıkları fikirler başkasının da işine geldiği zaman, sırf başkasına da yarıyor diye fikrinden vazgeçmeli midir? Ortaya çıkması hemen hemen yarım asırı alan projelerin, planların, oluşumların parçası oldukları için suçlanabilirler mi?
Bütün bunlar bir yana Saunders bu kadar zor ve tehlikeli bir konuyu böylesine derinlemesine araştırırken gerçekten neyi amaçladı? Böylesi zor bir konuda güvenlik endişesi duymadan böyle bir eseri ortaya koyabilmeyi neye borçlu? Bu hususta Miles Mathis bir çok eleştirel okuyucunun aklından geçenlere makalesinde yer vermektedir: Bu kitabın kendisi de CİA’nın bir ifşa planın parçası olamaz mı ya da saptırma amacı güdemez mi? Başka bir ifadeyle İstihbaratın önerisiyle onların izin verdiği ölçüde yazılmış bir kitap olamaz mı ?
Yine Sunders’in kendi hayatı ile ilgili de bazı şaibeli durumlar da bulunmaktadır. Mathis Saunders’ın biyografisini mercek altına aldığı makalesinde, Saunders’in anne- babası ile ilgili bir kaç soru sormaktadır ve en ciddi soru olarak da “Saunders kendisi ile ilgili neden kitapta bilgi vermiyor, mesela İkinci Dünya Savaşı sonrasında CİA’nın eline geçen New Statesman Dergisinin editörlüğünü yaptığını neden kitapta söylememektedir?” (Mathis, 2010)
Ancak Saunders kitabın 2013 baskısı için yazdığı ön sözünde tam da bu konuya açıklık getirmektedir.(Frances Stonor. Saunders, 1999) Kitabı yazma sürecinde bir korku yaşadığını itiraf etmektedir hatta annesinin kendisiyle ilgili CİA tarafından kaçırılma korkusunu yaşadığını belirtmektedir.
Yine Sunders kendisini “komünist blok” için daha yumuşak ifadeler kullandığı yönündeki eleştirileri kabul etmediğini belirtmektedir ve çalışmasının tarafların ahlaki eşdeğerliliğini tespit etmeye yönelik olmadığını belirtmektedir. ( s. 6)
CİA’nın resmi web sitesinde kitapla ilgili Thomas M. Troy tarafından yazılan bir makale yayınlandı. (M. Troy, 2008) Makalede “Bu kitap 1960larda ya da 1970lerde yayınlanmış olsaydı muhtemelen büyük bir sansasyon yaratmış olurdu.” diyerek kitabın şu haliyle ve şu vakitte yayınlanmış olmasını ‘ahlaki öfkenin uzun bir ağlaması” olarak tanımlamaktadır. Saunders’in kafa karıştıracak kadar çok karakterden oluşan “bir senaryo “yazmak dışında pek kayda değer bir şey yazmadığını söylemektedir. Makalenin sonuna doğru Saunders’in Encounter Dergisi‘nin yaklaşık 2 bin makalesini incelemeye aldığını ve bula bula CİA’nın baskı yaptığı iki makale davası bulduğu ile alay edilmektedir.
Ancak kitabın eleştirenlerin üzerinde ittifak ettiği birkaç CİA operasyonu kitapta ayrıntılarıyla anlatılmaktadır. CİA’nın Hollywood’a çektiği operasyon, “Militan Liberty” bölümünde iyi ele alındı. Bir CİA ajanının aktarımdan öğreniyoruz ki Amerika dünyaya “özgür, eşit ve demokratik” olduğunu ispat etmek için Hollywood filmlerinde “iyi giyimli zenci”leri yerleştirdi.
Edward Said’in tespit ettiği gibi kitapta bilgi hataları mevcuttur. Mesela sanatçı Frank Stella’yı yaklaşık on yaşındayken olgun adam gibi göstermek veya alıntı yaparken özenli davranmamak ve kaynakça hataları yapmak gibi. (Said, 1999)
Evet kitabın güçlü yönlerine karşın, Saunders’in benimsediği CİA’nın pozisyon satın alma mevzusunun sürekli tekrar edilmesi CİA’nın rolünü sınırlamaktadır. Yirminci yüz boyunca CİA tarafından yapılan seçimlerin temeldeki politik ve ideolojik doğası, entelektüeller, gizli ajanlar, mal varlıkları masalları arasında kayboldu. CCF’nin tarihini bir “komplo tarihi” olarak anlatmak hiç de kolay değil.
Kitapla ilgili çok sıkça yapılan bir diğer eleştiri de çok fazla tekrara düştüğü ve aslında evvelce dillendirilmiş bir çok bilgiyi dillendirmesi ile ilgilidir. (Laville, 2005) Ancak bu hususta Türkiye okuyucusu için bu bilgiler henüz “bayat” sayılabilecek düzeyde değildir. Ayrıca Saunders okuyucunun bütün olan bitenden ilk kez haberdar olduğunu iddia etmemektedir. Ancak çalışma derli toplu bir şekilde bu dönemi anlatması açısından önemli bir eserdir.
Zeynep KARATAŞ
Boynton, R. (2000). Robert Boynton. Tarihinde 28 Aralık 2017, adresinden erişildi https://www.robertboynton.com/articleDisplay.php?article_id=61
Çavuş, T. (2012). Dış Politikada Yumuşak Güç Kavramı ve Türkiye’nin Yumuşak Güç Kullanımı. Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 2(2), 23–37.
İnce, Ö. (2010). Parayı verdi düdüğü çaldı – Özdemir İNCE. Hurriyet Gazetesi. Tarihinde adresinden erişildi http://www.hurriyet.com.tr/parayi-verdi-dudugu-caldi-15345148
Johnson, A. (2001). The Cultural Cold War: Faust Not the Pied Piper. Tarihinde 28 Aralık 2017, adresinden erişildi http://nova.wpunj.edu/newpolitics/issue31/johnso31.htm
Laville, H. (2005). Conclusion to State-Private Networks and the Cultural Cold War. Libertas.
Mathis, M. (2010). The Cultural Cold War. Tarihinde 28 Aralık 2017, adresinden erişildi http://mileswmathis.com/stoner.pdf
Said, E. (1999). Hey, Mister, you want dirty book? London Review of Books, 21(9). Tarihinde adresinden erişildi http://cosmos.ucc.ie/cs1064/jabowen/IPSC/php/art.php?aid=284255
Saunders, F. S. (y.y.). Parayı Verdi Düdüğü Çaldı. Doğan Kitap.
Saunders, F. S. (1999). Who paid the piper? : the CIA and the cultural Cold War. Granta Books. Tarihinde adresinden erişildi http://thurnundtaxis.blogspot.com.tr/2013/04/hey-mister-you-want-dirty-book.html
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.