Hisarcık yolunda bir otomobil seyrediyordu; dörtnala giden bir atlı gibi. “Sürücüsü ya bir yere yetişmek istiyor, ya da bir şeylerden kaçıyor olmalı” dedi fark edenler. “Gören de Erciyes’in zirvesine tırmanacak..
Hisarcık yolunda bir otomobil seyrediyordu; dörtnala giden bir atlı gibi. “Sürücüsü ya bir yere yetişmek istiyor, ya da bir şeylerden kaçıyor olmalı” dedi fark edenler. “Gören de Erciyes’in zirvesine tırmanacak sanır!” dedi onlardan bazıları. “Çüşşş! Acelen ne kardeşim? Üstümüze mi çıkacaksın, yoksa tabakhaneye bok mu yetiştireceksin?” diye bağırdı daha gergin olanlar. Son anda kaçanlar, acı bir korna sesiyle protesto ettiler… Oysa Selçuk’un amacı onları rahatsız etmek değildi. O bambaşka bir nedenle girmişti bu yola. Yaşadığı kentin bunaltıcı ortamında, yine bir kriz tutmuştu da, bir hafta sonu kaçamağı yapmıştı baba ocağına tek başına. Böylece, yoğun bir iş gününden sonra işten eve dönenlerle, ılık bir Nisan akşamını, bahar çiçekleriyle süslenmiş bir çay bahçesinde geçirmek isteyenlerin trafiğine takılmıştı farkında olmadan…
Yoldan başka ne bir şey görüyor, ne de söylenenleri duyuyordu. Ve ne de söylenecekleri düşünüyordu Selçuk. O bildik bir yer arıyordu; sığınacak ve de içindeki, devasa boşluğu dolduracak… Kentin kalabalığına ve yollara sığamamıştı bir türlü; dalga dalga vuruyordu sağa sola. Karadeniz sahillerinde olduğu gibi, batan güneşle birlikte, sakin bir limana demir atmak istiyordu. Bu yüzden, gün batımını kaçırmaktan korkuyor, onunla bir an önce kucaklaşmak istiyordu. Telaşı da bundandı…
Yılan gibi kıvrılan geniş yolun beşinci virajından sağa döndü, hızını kontrol etmeden. Az kalsın bir araçla kafa kafaya geliyordu. Allahtan karşıdaki aracın sürücüsü ihtiyatlıydı da kurtarmıştı son anda. Yanından geçerken ters ters baktı Selçuk’a. O ise hiçbir şey olmamış gibi geçti gitti… Dikiz aynasından onu takip eden diğer sürücü, “Memleket magandalarla doldu; neredeyse evimizin önünde bile ezecekler bizi!” deyine, “Allah korusun!” dedi karısı.
Selçuk, iki katlı bir köy evinin önünde acı bir firen yaparak durdu. Kapıya dayanan alacaklı gibi… Burası Oğuz’un dededen kalma eviydi. Oğuz, Selçuk’tan üç yaş büyük olan, İbrahim eniştesinin büyük oğluydu. İnşaat Mühendisliğini bitirdikten sonra, babasının tavsiyesi üzerine Kayseri’ye gelmiş, mühendislik bürosu açmıştı. Altı yıl kadar özel firmalarda çalıştıktan sonra da küçük çapta müteahhitliğe başlamıştı. Yap – sat işi yapıyordu. Kayseri’de inşaat işleri oldukça yoğun ve de karlı bir işti. Babası da, sen bu işlerden anlarsın, ancak sen üstesinden gelirsin diyerek, dedesinden kalan bu evi ona bırakmıştı. Böylece yıkılmak üzere olan ata yadigarı iki katlı taş ev, Oğuz’un elinde çok gösterişli bir villaya dönüşmüştü. Ve buradan gün batımını seyretmeye doyum olmuyordu. Bunu geldiği ilk gün keşfetmişti Selçuk. O gün bugündür de Kayseri’ye geldikçe, akşamları, sincap gibi buraya tırmanıyordu.
“Bu ne geliş böyle kuzen, biz de evin önünde kaza oldu zannettik. Ödümüz koptu çoluk çocuk vallahi. Gene dolmuşsun anlaşılan… Gel bakalım gel, senin köşen hazır, çay da… Hafta sonu için geldim, akşama doğru uğrayacağım deyince… Eh! Mecburen…”
“İyi tamam da Oğuz abi, bir hoş geldin demek yok mu? Yoksa kaldırdınız mı bu tür adetleri?”
“Ya, sen bizim kusurumuza bakma be kuzen. Doğrudan lafa girince unuttuk işte…”
Ayaküstü hoşbeşten, karşılıklı hal hatır sormalardan sonra, her zamanki gibi terasın batı ucuna hazırlanan masaya oturdular. Kapadokya üzerine düşen ufuk çizgisine doğru, bir ateş topu gibi, yavaş yavaş inen güneşin oluşturduğu muhteşem gün batımına az kalmıştı. Kutsal bir ana doğru dönüyordu dünya ve bunun en yakın tanığı da Erciyes’ti besbelli. Hele o zirvesi…! Öte yandan tabiatın iyicene uyandığını çığlıklarıyla dillendiren çevredeki kuşlar bir başka tanıklarıydı zamanın. Evren kendi yasalarını biteviye sürdüredursun, kısa bir süre, gözlerini kapayarak doğayı dinledi Selçuk. Hafiften kızıllaşan yüzü bir geriliyor, bir gevşiyordu; derin bir hesaplaşma içindeydi sanki.
Buraya her oturuşunda olduğu gibi yine aynı hayalin kucağına düştü. Daha önceleri Erciyes’in yamaçlarından atlıyordu boşluğa. Şimdi ise ilk kez zirvesinden bırakmıştı kendini; tek başına, engelsiz bir süzülmenin içinde kaybolmak rahatlatıyordu onu. Böylece içinde biriken tüm zehrin dağılıp gideceğini sanıyordu… Oğuz ise ona kitlenmiş, mimiklerinden anlamaya çalışıyordu sorununun derinliğini. “Bu kez ağır bir travma geçiriyor anlaşılan. Bekleyelim bakalım, altından ne çıkacak?” dedi içinden.
Gün batana kadar ne Oğuz bir şey sorabildi, ne de Selçuk bir şey söyleyebildi. O an, suskunluk, en uygun iletişim yoluymuş gibi geldi ikisine de. Evin hanımının getirdiği çayları yudumlarken, ibadet eder gibi derin bir sessizlik içinde, bir günün bitişine tanıklık ettiler bir süre. Çak yakın bir dostu yolcu eder gibi hüzün doluydu gözleri. Nihayet sessizliği bozan Selçuk oldu:
“Ben neden böyleyim Abi?”
“Nasılsın yani? Ne oldu yine?
“Ne olacak; her zaman ne olduysa yine o oldu. Farklı bir şey yok ortada, hep aynı dert: Bir türlü mutlu olamıyorum? İçimde bir boşluk, dolanıp duruyor damarlarımda… Dolandıkça da bir yerlerim kanıyor; acı çekiyorum… Evliyim; iki güzel çocuğum var. İyi bir işim, evim, arabam var. Ekonomik sıkıntım yok. Yılardır görmediğim anneme, kardeşime kavuştum; arada bir de olsa görüşebiliyoruz. Yine de eksik olan, bir türlü toparlayamadığım bir şeyler var beni rahatsız eden, içimi durmadan kemiren. Bu yüzden de iki yıl önce kocasından boşanmış bir kadının ruhumu okşayan sözlerine, dokunmalarına mahkum oluyor, kapana kısılmış fare gibi hissediyorum…! Kurtulmaya çalıştıkça daha çok acıyor içim. Neden Abi? Neden?..”
Aklından, Selçuk’un bir türlü ulaşamadığı annesinden uzak, o uzun yıllar geçti Oğuz’un. Sorunun bu olduğundan emindi; ama bunu açıklamanın bir yolu ve anlamı yoktu şimdi. “Sen hala o kadına takılıyorsun anlaşılan… Adı Selda mıydı neydi?.. Bak kuzen! Bu konudaki düşüncelerimi biliyorsun; daha önce de konuşmuştuk. Bu türden ilişkilerin senin gibi evli barklı bir üniversite hocasına yakışmayacağını dünya alem bilir. Ayrıca bu tür kadınların ne yapacağı belli olmaz; bugün seninle yarın başkasıyla… Hem bildiğim kadarıyla evliliğinde bir sorun da yok. Dünya ahret bacım olsun eşin çok fedakar ve anlayışlı bir insana benziyor; hem çalışıyor hem de çocuklarını büyütüyor. Günümüzde bunun gibilerini bulmak, karanlıkta iğne aramak gibidir kardeşim. Buna rağmen yine de yetmiyor diyorsun, öyle mi kuzen? Ayrıca, Selda gibi bir kadında ne bulduğunu hala anlamış da değilim…
“Bırak Hanya’yı, Konya’yı gel şuraya, büyüklerinin yanına; senin gibi yetişmiş bir Doçente üniversite mi yok. Alası var burada; seni havada kaparlar vallahi… Sen hiç merak etme, geçişini de sağlarız! Babanın verdiği iki evden biri hala duruyor… Daha ne istiyorsun diyorum, ama dinlemiyorsun!”
“Biliyorsun bizimkisi görücü usulüyle yapılan bir evlilik Abi. Aramızda öyle aşk- meşk ilişkisi olmadı. Biraz da aceleye geldi. Buna rağmen evliliğimizde herhangi bir sorun yaşamadık bu güne kadar, çok şükür. Birbirimizi seviyor muyuz, sevmiyor muyuz, hiç sorgulamadık. Her şeyi kabullenen, birbirine ihtiyaç duyan insanlar olarak yaşayıp gidiyoruz işte. Anlayacağın bizimkisi hiçbir ayrıcalığı, özelliği olmayan sıradan bir evlilik; acısı, baharatı, tuzu biberi az olan, tadı kıvamında olmayan bir evlilik desem doğrudur. Biz karı koca olarak görevlerimizi eksiksiz yapıyoruz; her şeyden önce birbirimize saygı duyuyoruz; yatıyoruz, kalkıyoruz, çocuk yapıyoruz, büyütüyoruz. Para kazanıyoruz. Birlikte harcıyoruz. Bu konularda hiçbir sorunumuz yok. Buna rağmen, şu anda evde karısı ve çocuklarıyla birlikte olması gereken ben niye buradayım. 300 km uzaktan kaçıp kaçıp niye buraya geliyorum sence?
“Nedenini söyleyeyim: Buranın gün batımına sığınıyorum da ondan; ama o benim sadece bir alışkanlığım, bahanem. Günbatımını niçin eşimle izleyemiyorum, yanımıza çocuklarımızı da alıp? İçimde kanayan yarayı eşim ve çocuklarımla niçin saramıyorum? Bunu çok düşündüm ama bir sonuca varamadım. Tamam, bizim evliliğimiz derin bir sevgiye dayanmıyor; arada doldurulamayan boşluklar var. Var ki, türbülans gibi içine çekiyor beni bazen…. Başlangıçta olmayan sevgi sonradan emekle elde edilebilir deniyor, buna katılıyorum. Ama nedense bunu bir ben başaramıyorum. Bu güne kadar ne kadar denedimse olmadı… Sorunu bir başkasında aramadım hiçbir zaman; kendimde olduğunu çok iyi biliyorum. Evliliğimle ilgili bir dert değil bu bendeki; çocukluğumdan beri taşıdığım bir mikrop sanki. Öyle bir dert ki sonradan deva bulunamayan türden… Bu yüzden, eşimin ve çocuklarımın günahını alamam; onların ellerinden geleni yaptıklarının en yakın tanığıyım…
“ ‘Bu kadında ne buluyorsun’ diyorsun ya, sana ne bulduğumu söyleyeyim: İlk kez bir kadından farklı bir elektrik alıyorum, içinde annelik tadı olan… Şefkatle tatlandırılmış derin bir sevgi ve sıcaklıkla beni sarıp sarmalıyor… Bütün duygularımı güzelleştiren, doyumsuz bir anlam katan bir yuva buluyorum onda. Bunda sadece cinsellik yok, dopdolu bir kadınlık da var. Söylemesi ayıp olmasın: Bu hissi ilk kez duyuyorum Abi… Sakın yanlış anlama, bunun aşkla filan alakası yok… Onun yanında kendimi yalnız hissetmiyorum, aksine oldukça güvende buluyorum kendimi. Çünkü içimdeki boşluk sadece onunla doluyor; şarj olmuş bir araç gibiyim sanki. Ondan uzaklaşınca da hızla boşalıyor tabi…”
Akşamın serinliği basmıştı ortalığı; farkında olmadan üşütmeye başlamıştı bile. Kuşlar yuvalarına çekilerek suskunlaşmıştı. Erciyes yamaçlarında hayat yeni güne uyanmak üzere kabuklarına çekilmiş, otlaktaki tüm hayvanlar çoktan dönmüştü ağıllarına. Hoca akşam ezanını okumuştu az önce. Tüm bunlar belli bir zamanı işaret ediyordu… Selçuk da kör ve sağır değildi herhalde; kalkma vaktinin geldiğini anladı. Oğuz’un ve eşinin tüm ısrarlarına rağmen yemeğe kalmadı; aşağıda babamlar bekliyor diyerek. Yenge dediği ev sahibesine çay ve kurabiyeler için teşekkür etti ve “Başka bir gün ailecek gelir birlikte oluruz inşallah!” diyerek ayrıldı oradan. İçindeki rahatsız edici tortular azalmış gibiydi..
Selçuk, o akşam her şeyi anlatmamıştı Oğuz’a. Oysa son günlerde başını ağrıtan daha ciddi sorunlar yaşıyordu Üniversitede. Dekan Yardımcısının cemaat kaynaklı uygulamaları, saçma sapan davranışları ve ben bilirim edasıyla kurulu dayatmacı tavırları, hakkındaki olumsuz söylentiler… Selda’nın bitmek bilmeyen talepleri; mücevhere ve paraya olan aşırı düşkünlüğü ve de kadınca verdiği her şeye karşı bir ödüllendirme tutkusu… Hisarcık’tan aşağıya doğru inerken bunlar geçti aklından. Bir de Oğuz’un Selda hakkında söyledikleri takılmıştı kafasına. Haklı olabilir miydi? Selda da o biçim kadınlardan biri miydi; gerçekten bir süre sonra bırakır mıydı onu? Bırakır da bir başkasına gider miydi…? Son günlerdeki davranışlarını düşündü Selda’nın. Bir ara, Seydişehir’de kurulmakta olan Rüzgar Enerji Santralı ile ilgili olarak “Hazırlamakta olduğun bilirkişi raporunu şirket lehine düzenleyebilir misin?” demişti de şaşırtmıştı Selçuk’u. Aldığı olumsuz yanıtla da küser gibi yapmıştı. Ancak peşini bırakmayacağını da belli etmişti biraz. Huyuydu; önce yoklar, sonra ısrarcı olur, en sonunda da çekerdi kılıcı.
Sahi bunu neden istemişti Selda? Seydişehir’deki Rüzgar Enerji Santralıyla onun ne ilgisi vardı? O sadece bir sekreterdi ve bu tür işler onun boyunu aşardı. Ancak, bir başkası adına girişimde bulunmuş olabilirdi. Bu kişi de Selda’nın yakın çevresinden birisi olmalıydı. Günlerce bu konuyu düşündü ve sonunda da bir kanıya vardı: “Bu olsa olsa Dekan Yardımcısı Arif Hocanın isteğidir” dedi içinden.
Üniversiteden bazı arkadaşları Arif Hocanın cemaate yakın bazı iş adamlarının işlerine yardımcı olduğunun, bazı taleplerin karşılığında da menfaat sağladığının dedikodusunu yapıyorlardı, orada burada. “Bu doğru olabilir mi? Bu kadar küçülebilir mi?” sorusu takıldı kaldı beyninin kıvrımlarına. Tüm bunları Oğuz’a niçin anlatamadığı geçti aklından. Kulağına kadar gelen, “Bu kentte işleri iyi olanın cemaatle mutlaka bir ilişkisi vardır!” sözünün bunda önemli bir payı vardı kuşkusuz. Bunun temelinde ise, Selçuk’un bilinçaltındaki, Cemaat içinde Oğuz’un da olabileceği düşüncesiydi. Çünkü Kayser’i de cemaatin güçlü olduğu önemli bir yerdi.
Selda’ya bir türlü toz konduramıyordu Selçuk. O el değmemiş bir pırlantaydı gözünde ki, asla kir tutmazdı. Onu andıkça bir sıcaklık kaplıyordu her yanını, kadın dolu bakışları kucaklıyordu yalnızlığını… Onun iyi bir insan olduğuna inanmıştı bir kere; bu tür işlere karışamazdı. Hele hiç hoşlanmadığı, sık sık karşı karşıya geldiği ve hakkında pek çok söylentinin olduğu Arif Hocayla birlikte iş çevirmelerini asla düşünemezdi. “Ya tüm bunlar gerçekse, Selda gerçekten Arif Hocanın bu tür işlerine de bakıyorsa… Oldu olacak bir de… Yok yok o kadar da değildi artık!.. Ya Oğuz’un dediği çıkarsa? Bir de ikimizi birden idare ediyorsa?.. Daha neler! Selda o yapıda biri olamaz!… olamaz!…”
Kayseri’den döndükten iki gün sonra Selda geldi Fakültedeki odasına. Selçuk’un yalnız olduğunu biliyordu. Her zaman yaptığı gibi anahtarı çevirmeyi unutmadı. “Merhaba canım!” diyerek doğrudan Selçuk’un koltuğunun arkasına dolandı. “Bugün nasılsın bakalım? Seni rahatlatmamı ister misin?” diyerek tuttu omuzlarından. “Oooo!.. Kaslarının sertliğine bakacak olursak, seni oldukça yormuşlar bugün. Hadi gevşe biraz, bana bırak kendini!… Bırak, bırak!… Ha şöyle!… Bırak işi, gücü; unut kafandakileri. Bak burada bizden başka kimse yok! Sen benimsin, bendesin artık!.. Beni, ikimizi düşün sadece…!” diyerek bir çeşit hipnotize etmeye başladı onu. Önemli bir istekte bulunacaksa böyle yapardı her zaman. Bu onun bir başka taktiğiydi; adına da “sarma veya kuşatma hareketi” diyordu.
Elindeki avın, önce, yavaş yavaş kaslarını gevşetir, sonra aynı hafiflik ve yumuşaklıkla daha geniş bir alanı parmakları arasında okşamaya başlardı. Avuçlarının arasındaki av tam kıvamına geldiğinde de kulağının dibinden atışını yapardı, gürültü çıkarmadan. Selçuk kaç kez düşmüştü bu tuzağa. Hiç birinde de hayır diyememişti bir türlü. Bekliyordu. “Bu kez nasıl bir istek de bulunacak bakalım. Parmaklarının dokunuşuna ve uzayan seansa bakacak olursak oldukça önemli bir şey olmalı” diye düşündü. Kararlıydı, ne olursa olsun bu kez direnecekti. Hemen hayır demese bile evet de demeyecekti. Artık fazla olmaya başlamış, biraz da tadını kaçırmıştı işin. “Ama ya şu eller, parmaklar… yumuşacık dokunuşlar ne olacak?.. Gidip bir başkasının mı olacak? Buna katlanamam işte! Allah göstermesin! Onlarsız ne yaparım ben?”
“Şu anda ne düşünüyorsun hayatım?” sesiyle uyandı kaygılarından. Onun sesiyle kafasında olumsuz ne varsa dağıldı gitti birden. Neydi bu? Ağrı kesen, sinek kovan, düşünce donduran, gerekirse silen bir karma ilaç mıydı…?
“Seni düşünüyorum bir tanem! Sen değil misin, sadece beni düşün diyen? Ben de aynen senin dediğini yapıyorum canım. Hem senden başka bir şey düşünemez oldum… Gece gündüz hep sen varsın aklımda!”
“Sana iyi geliyor muyum?”
“Hem de nasıl!”
“Sana bir şey sormak istiyorum hayatım. Günlerdir kafama takılıp duruyor. Söyler misin, biz bu durumda birbirimizin nesi oluyoruz?”
“Her şeyi!…”
…
“Değil mi?”
“Öyle diyorsun da, benimle her şeyini paylaşmıyorsun ama!”
“Seninle paylaşmam gerekip de paylaşmadığım ne var mesela?”
“Gerekip gerekmediğinin arkasına sığınıp lafı dolandırma şimdi canım. Sen benim her şeyden derken neyi kastettiğimi gayet iyi anladın! Senin gibi zeki birinin bunu anlamıyormuş gibi yapması biraz ayıp olmuyor mu?”
“Sen her şeyini benimle paylaşıyor musun sanki?”
“Senin dilinin altında bir şeyler var canım! Söyle, neyi ima ediyorsun?”
“İma ettiğim bir şey yok da, merak ettiğim bir şey var: “Geçen gün bana Seydişehir’deki RES’le ilgili bir şey söyledin, hatırlıyor musun?”
“Evet hatırlıyorum! Hala da söylüyorum! Ne olmuş?”
“Henüz olan bir şey yok. Ancak bu konunun seni doğrudan ilgilendirmediğini biliyorum da kimi ilgilendirdiğini merak ediyorum. Bunu şimdi benimle paylaşır mısın lütfen hayatım?”
Böyle bir durumla karşılaşacağını önceden hesap edemeyen Selda birden suskunlaştı. Kontrolü kaybetmek üzere olduğunu anlamıştı. Ne diyeceğini bilemedi önce, sonra da kartları açık oynamasının kendisi için bir sakınca yaratmayacağını, aksine Selçuk’un kendisine olan güvenini daha da güçlendireceğini düşündü. Yavaşça masaj seansını bıraktı. Sonra da bir kedi gibi kuyruk sallayarak kucağına oturdu Selçuk’un. Sevecen ve o dayanılmaz kadınlığının yanıltıcı ve de tahrik edici yüz ifadesini takındı. Kollarını boynuna dolarken de,
“Ne var yani, senden mi gizleyeceğim! Hem benim gizlim saklım yok ki… Bunu benden tabi ki, amirim olan Arif Hoca istedi. Hem ben aracıyım, amirim ne emrederse onu yaparım!” dedi.
“Sen amirinin her dediğini yapar mısın sahi?”
“Bu nasıl bir soru şimdi hayatım? Beni üzmek mi istiyorsun sen?”
“Tamam, tamam! Hemen de alınma! Sorumu geri alıyorum. Ancak başka bir sorum var: Arif Hocanın ne ilgisi var bu konuyla?”
“Onu tam olarak bilmiyorum ama o santralın, tanıdığı bir iş adamına ait olduğunu düşünüyorum; çünkü bir süre önce Arif Hocayı ziyarete geldi; uzun uzun konuştular. Ziyaretçi kayıtlarında yazılı.”
“Sadece düşünüyorsun yani..?”
“Beğenmediysen, tahmin ediyorum diyeyim. Oldu mu?”
“Selma! Hayatım? Canımın içi! Bana şimdi ne konuştuklarını da bilmiyorum deme! Senin gözünden, kulağından hiçbir şeyin kaçmayacağını çok iyi biliyorum. Şimdi söyle bakalım ne konuştular? Konu başlığı anlaşıldı da, ayrıntıları merak ediyorum ben… Şimdi her zaman kullandığın o tatlı dilinle anlat bakalım da her şeyi paylaşmış olalım seninle.”
“Sevgilim bak beni gene üzüyorsun! Kapının arkasındaki konuşmaları ben nereden bilebilirim, söyler misin?”
“Sen var ya, sen; odadaki havanın kokusundan bile çözersin konuşulanları! Ses alıcı kulaklarının, koku alıcı burnunun kayıtlarından, beyninin düşünce ve analiz yeteneğiyle neler çıkarırsın neler?”
“Hop, hop! Sen beni kamerayla karıştırdın her halde… Öyle bir yeteneğim olsaydı, istihbaratçılar çoktan kapardı beni…”
“Bildiklerini söylemeyeceksin yani? O zaman ben söyleyeyim sana: Arif Hocanın, yani amirim dediğin adamın, hoş, adam da sayılmaz ya, bu tür iş adamlarıyla menfaat karşılığında iş çevirdiğini bilmeyen kalmadı şu kampüste. Bunu kimlerden güç alarak yaptığını da biliyoruz. Benim merak ettiğim; bilirsin çok meraklı bir adamımdır, bu işten senin payına ne düşeceğidir!”
Selda damarına basılmış gibi Selçuk’un kucağından atladı yere eşekten düşer gibi. Selçuk son anda tutmasaydı kıç üstü oturacaktı neredeyse. Gözleri yiyecek gibi bakıyordu Selçuk’a. “Şimdi yakaladım seni, elimden kaçamazsın artık! Bakalım ne diyeceksin?” derken Selçuk, içinden. Selda toparlanmıştı. Karşısındakini etkilemek için kullandığı ses ve mimikleriyle kızmış gibi yaparken, pençelerini de hafiften çıkarmıştı.
“Bana mı? Benim gibi bir sekreter parçasına mı…? Allah aşkına güldürme beni. Onlar bana bırak pay vermeyi, bir çay bile söylemezler. Onları hiç tanımıyor gibi konuşuyorsun. Beni de onlarla birlikte aynı vagona bindirdin ya teessüf ederim sana. Senden bunu beklemezdim doğrusu!” derken az kalsın ağlayacaktı. Oysa tüm bunların birer taktik olduğunu çoktan anlamıştı Selçuk. Ama yine de Selda’yı koruma ve kollamayı tercih etti. Her şeye rağmen onsuz yapamayacağını düşünüyordu; o dizinde uyuduğu sevgili, göğsüne yaslandığı ana, soğuk iklimlerin sıcaklığıydı.
“Bak canım! Hemen de parlama öyle! Biz birbirimizi iyi tanıyoruz. Senin neler düşündüğünü, neler yapabileceğini çok iyi biliyorum. Sen de benim bu türden insanların fırıldak işlerine bulaşmayacağımı çok iyi biliyorsun. Ciğeri beş para etmeyen insan kılıklı yaratıklar için birbirimizi yormanın, kandırmaya kalkıp üzmenin hiçbir anlamı yok. O yüzden şimdi sana bir teklifte bulunacağım: Ben sana ihtiyacın olan parayı vereceğim, sen de Arif Hocayla olan, görevin dışındaki ilişkine son verecek ve onun karışık işlerinden uzak duracaksın. Oldu mu?”
Selda şaşırmış gibi bakıyordu Selçuk’a. Bundan iyisi can sağlığıydı onun için. Ama “Hemen kabul edip, para delisi gibi bir görüntü vermemeliyim. Acelem yok, nasıl olsa kuş yuvasına girdi” dedi içinden. Sevincini gizleyip yüzüne masum ve üzgün görünüşlü maskesini takarak, Selçuk’a tekrar sürtünmeye başlarken, o okşayıcı ve ikna edici tatlı dilini de kullanmaya başlamıştı yine.
“Hayatım şimdi paradan söz etmenin sırası mı? Parası batsın bu dünyanın! Aramızda bunun lafı mı olur?. Hem ben öyle paragöz biri miyim? Daha önce de sıkışınca kollamadın mı beni. Bana sen, senin himayen, dostluğun, seninle yaşadığım an yeter. Bana senin varlığın yeter. Söz veriyorum, bundan sonra her şey senin istediğin gibi olacak. Hiç merak etme…! Ancak yine de seni, Arif Hoca ve dalavere çevirdiği iş adamları hakkında uyarmam gerekir. Biliyorsun bunların neredeyse tamamı cemaatçi; bu kentte de her şey bunlardan sorulur. Arif Hocayı, Dekanı bu görevlere getiren de onlar, hatta Rektörü bile… Bunlar çok güçlü adamlar; Emniyet’te, Jandarmada, Adliye’de yandaşları var. İşlerine engel olanlarla uğraşırlar. Sana bir zarar gelsin istemem. O yüzden ikimiz de dikkatli olmalıyız.”
“Uyarın için teşekkür ederim. Sen beni merak etme, onlar beni bilir. Asıl tehlikede olan sensin şimdi! Dikkatli ol, sakın açık verme!..”
Birkaç gün sonra Selçuk, Selda’yı arayarak akşam ona uğrayacağını söyledi. Selda için sürpriz değildi bu durum; iki yıldır defalarca tekrarlanmıştı bu geliş gidişler. Sık olmasa da benzer bir ilişkiyi Arif Hocayla da sürdürüyordu Selda. Aynı zamanda iki kişiyle oynaşmak sadece Selma gibi yetenekli kadınlara mahsus bir durumdu. Buna rağmen Selda’nın içinden, izinli olmanın da verdiği bir rahatlıkla, nedense daha özel bir ortam oluşturma isteği gelmişti; cömertliği üzerindeydi. Selçuk, Selda’nın evine vardığında sofranın çoktan hazırlanmış olduğunu hemen fark etti. Masada her zamanki gibi Selçuk’un en sevdiği yemekler vardı. Şamdanlardaki mumlar ise ortamın olmazsa olmazıydı. Bu gecenin asıl sürprizi ise buzdolabında biraz soğutulmuş kırmızı şaraptı.
Selma, üzerindeki dekolteli ve dökümlü bordo elbise ve onunla uyumlu hafif makyajıyla oldukça baştan çıkarıcı görünüyordu. “Hoş geldin hayatım!” derken bir yandan elindeki buketi aldı diğer yandan da içten ve sıcak birer öpücük kondurdu Selçuk’un yanaklarına. Selçuk da aynı şekilde karşılık verirken, “Bugün özel bir gün herhalde, hem çok güzel görünüyorsun hem de döktürmüşsün yine!..” diyerek iltifatta bulundu.
Selda hiç de altta kalacak gibi görünmüyordu. “Seninle birlikte olduğumuz her an özeldir benim için aşkım, başka bir nedene ihtiyacım yok!” diyerek oda sıcaklığını birkaç derece daha yükseltti. Bunun üzerine, vaktidir diyerek, iç cebinden bir paket çıkardı Selçuk.
“Şu güzel ortamı oluşturan muhteşem kadının ihtiyacı olmasa da, o güzellikten sebepleneceğini düşündüğüm şu mütevazi parçaları takalım öyleyse” diyerek elindeki kutuyu açtı. İçindeki gerdanlık oldukça etkileyiciydi. Flaş patlamış gibi oldu ortalık. Gözleri parladı Selda’nın, “Hayatım beni mahcup ediyorsun, senden bir şey mi isteyen var şimdi! Oturup bir güzel yemeğimizi yeseydik ya!” dese de, göğsünü boş bırakması ne beklediğini gösteriyordu aslında. Takılan gerdanlık ile küpelerdeki ışıl ışıl parlayan taşlar elbise ve içindeki kadınla uyum içindeydi. Bu durum tesadüf değil, güçlü bir sezginin eseri gibiydi sanki… Aynanın karşısına geçip birlikte seyrettiler tabloyu. Bu ne güzellikti, yasak ilişkilerin ortasında! Nasıl bir haksızlık ve dayanılmaz bir çelişkiydi!..
Selçuk’un bir başka kadınla ilişkisinin olduğu kimsenin aklına gelmedi, gelmezdi de. Hovardalık onun yapısına uygun değildi. Eşine ihaneti asla düşünülemezdi!… O bütün kötülüklerden arınık, pürü pak bir insan modeli gibi duruyordu orta yerde. “Anıt insan” yerine bile konabilirdi. Oysa O’nu kimse yeterince tanımıyor, içinde kopan fırtınaları kimse bilmiyordu. O, sadece Selda’ya konu olmuş ve onun güçlü kadınlık içgüdüsü tarafından çözülmüştü; iki yıl önce, Selçuk ilk kez gözlerinin içine uzun uzun baktığı zaman. Gerçek şu ki, bu ilişki Selçuk’a, ta çocukluk yıllarından kalan bir mirastı, kendisinin bile bilmediği.
O akşam birbirlerini seyrederek ve güzel iltifatlarla ruhlarını okşayarak, yediler içtiler, sonra da çevrelerinde kurulan tuzaklardan habersiz, dünyayı şöyle bir kenara iterek doyasıya seviştiler. Bu dünyada sadece ikisi varmış gibi davranarak, zirvelere ulaşıp özgürlüğün tadını çıkardılar. Selda artık Selçuk’un sadece sevgilisiydi. Selçuk’un onda bulduğu annelik şefkati tuzla buz olmuş, yerini neyin dolduracağının bir önemi de kalmamıştı bu akşam. Şimdi ne olacaktı? Selçuk’un hayatına yeni bir boşluk daha mı açılacaktı. Bunu kimse bilemezdi.
Geç vakitte, “resmi bir yemeğe” gidiyorum diyerek evden çıkan Selçuk tekrar yuvasına dönüyordu, her şeyi unutmuş hoş bir kafayla, yarınların ne getireceğini düşünmeden…
Ertesi gün akşamı, özel bir hattan arandı Selçuk. Telefondaki ses tehdit yüklüydü: “Seydişehir’deki RES’le ilgili bilirkişi raporunu şirket lehine yazmazsan, elimizdeki, bir kadınla birlikte çekilmiş video kayıtlarını basına vereceğiz” dedi. Şok olmuştu Selçuk; sinirinden tir tir titriyor, eline geçirdiği her şeyi fırlatıyor, bir yandan da, “Adama bak ya; utanmadan bir de beni tehdit ediyor. Vay şerefsiz vay! Vay alçak vay! Demek tehdit ha! Siz kimsiniz de beni tehdit ediyorsunuz? Siz kaç paralık adamsınız?..” diye bağırıp çağırıyordu. Onu ilk kez böyle gören karısı paniklemiş ne diyeceğini ne yapacağını şaşırmıştı. Çocuklar sağa sola kaçışmış, korku dolu gözlerle babalarına bakıyorlardı.
Telefondaki kişinin Arif Hoca olmadığını tahmin etmişti Selçuk; o bu kadarına cüret edemezdi. “Ancak şirketten biri olabilir” diye düşündü. Oysa onun bilmediği şeyler vardı: Arif Hoca, dört aydan beri, iki kat üstünde oturan, cemaatçi bir asistan marifetiyle, evine yerleştirilen kamerayla izliyordu Selda’yı. Selçuk, iki kez takılmıştı kameraya daha önce. Bunun üzerine salmıştı Selma’yı Selçuk’un üstüne. Önceki görüntüler nispeten masum görüntülerdi; iltifatlar, yemek yemeler, oradan buradan konuşmalar gibi… Ama son görüntü çileden çıkarmıştı Arif Hocayı; “Vay orospu vay!.. Vay kaltak vay!.. Bana oyun ha!.. Beni boynuzlarsın ha!.. Hem de Selçuk sümsüğüyle!.. Dünyanın kaç bucak olduğunu gösteririm ben size! Bu dünyayı size dar etmezsem bana da Arif Hoca demesinler!” diyerek kusuyordu içindekileri. Tam o anda, ne olduğunu anlamadan bir şimşek çaktı beyninde; neden olmasındı? “Tabi ya! Daha önce niye düşünemedim bunu? Selçuk’u ikna etmenin belki de son çaresiydi bu! Vay kahpe vay; adamı çileden de çıkarırsın, kuyudan da çıkarırsın sen! Sen hem şeytansın, hem de melek!” Bir kaşık suda boğmak için arayacağı Selda’yı, az kalsın kutlamak için arayacaktı. Acele etmemeliyim, sabırla sonucu beklemeliyim diyerek son anda vazgeçti aramaktan.
İki gün sonra patladı bomba; Selçuk, bilirkişi raporunu şirketin aleyhine olacak şekilde yazmış ve mahkemeye sunmuştu. Arif Hoca çılgına döndü duyunca. Hakaretler yağdırarak bir haftadır izinde olan Selda’yı aradı cepten; ulaşılamıyordu. “Tabi ulaşılamaz; hangi yüzle çıkacak telefonuma kahpe? Hem herifin altına yat hem de… Vay orospu vay; bana oyun ha! Sana gününü göstermeyen şerefsizdir, namussuzdur bundan sonra!” diyerek mosmor olmuş bir yüzle odasından fırladı gitti. Gidiş o gidişti. Üç gün boyunca ne Arif Hocayı gören oldu, ne de Selçuk’u. Ortalıkta Selda da yoktu. Kampüste ve dışarda onlara ait bir ize de rastlanmamıştı. Telefonları da yanıt vermiyordu. Yer yarılmış yere girmişlerdi sanki.
Yakınları merak ve endişe içindeydiler. Ayrıca ikisinin odası da kilitliydi ve yedek anahtarların nerede olduğunu bilen yoktu. Dördüncü günün sabahı, yabancı bir koku aldı Selçuk’un yan komşusu. Biraz araştırınca kokunun Selçuk’un odasından geldiği görüşü ağırlık kazanmaya başladı. Hayra alamet değildi bu koku. Akıllarına kötü şeyler gelmeye başladı arkadaşlarının. Ölümün hoyrat fısıltıları dolaşmaya başladı koridorlarda. Bu durumda başka çare kalmamıştı; Emniyeti aramaya karar verdiler. Sır perdesini çözecek ipucunun odalarında olması ihtimalini düşünen Baş komiser Naci, kapıların kırılmasını emretti. Kapı açılınca her şey ortaya çıktı; Selçuk yerde, kanlar içinde yatıyordu. Boğazı kesilmişti.
Celal ULUSOY – 24 Eylül 2019 – Çayyolu – ANKARA
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.