Dindarlığım ve çiçeğe düşkünlüğüm bana dedemden kalmıştır. Toprağın sarsıla sarsıla doğurmaya başladığı mart ortalarında, dedem beni bahçemizdeki o İngilizbaharının başına götürür de, dallar donatan, gelin yanağının utangaç pembeliğindeki bücür bücür..
Dindarlığım ve çiçeğe düşkünlüğüm bana dedemden kalmıştır. Toprağın sarsıla sarsıla doğurmaya başladığı mart ortalarında, dedem beni bahçemizdeki o İngilizbaharının başına götürür de, dallar donatan, gelin yanağının utangaç pembeliğindeki bücür bücür çiçekleri göstererek Bak Tosun!. derdi. “Bu çiçeği iyi tanı. Bahar bununla başlar. Adembabamızdır bizim!”
Çocukluğumun geçtiği bahçedir bu. Ancak sekiz dokuz yaşlarındayken aşabildiğim yükseklikte bir tahtaperde ve yer yer şimşirler, dikenli yeşilliklerle çevriliydi. İçinde fesleğenden hanımsünger armuduna değin her şey vardı da kafeteryamın girişinde boylanan, ta İskenderunlardan getirttiğim, yaprak uçları beyaz benekli çamdan; masalara kadınsı kokular yayan portakal renkli zerrenlerden yoktu. Çiçekliğin göbeğini sırnaşık tesbihçiçekleri doldurmuştu. Mutfak çıkıntısına da, çirkef çukurlarında bile yetişen o yüzsüz hanımeli tırmanıyordu. Çardağı kucaklayan kahkahaçiçekleri, yol boyundaki arslanağızları, horozibikleri, bodur latinler ise her bahçede vardı. Dedemin “Bu Hazreti Nuh’tur oğul! Sudan korkmaz. Sula sulayabildiğin kadar..” diye tanıttığı, küp büyüklüğünde sırlı bir sakarya dikili, tepesi yumurta kabuğu ile takkelenmiş serçeparmak inceliğindeki bir çıtaya gövdesinden kırmızı kurdela ile bağlı, çiçekleri salkım salkım begonyayı onuruna yedirip çiçekçiler bile satmıyor artık. Bir mucize olsa da dedem dirilse ve bozduğum bahçesinin yerinde yükseltliğim apartmanın dördüncü katındaki dairemde nah alim gibi yapraklı aralyayı, katmerli gardenyayı, açel yayı görse “Tanrı, cennetine şimdi kabul buyurdu!” der mutlaka.
Evimize, küçük oğlumun kurmalı polis motosikletleri, ateşaçar, pilli tankları gibi Japon işi oyuncaklar girmediğinden büyülenerek oyalandığım tek yerdi bu bahçe, bu çiçekler. Kupkuru toprağından havai fişek yaratıcılığıyla patlayarak kandil kandil saçılan acı kırmızı yılbaşı çiçeğini Kerbalâ şahitleri gibi görürdüm. Pıtır pıtır çiçeklenen kırkkoncanın karşısına geçip de “Bu Hazreti Yakup, bunlar oğulları Lävi, Bünyamin, Yusuf…; Yusuf’un oğulları Efrayim, Menşâ, kızı Rahmet; bu İmran; bunlar Musa’yla Harun….” derken, dedem kaç kez hayran hayran izlemiştir beni! Kollarımı bacaklarıma yapıştırıp başının üstüne fırlata fırlata “Sakın dinini bırakma! Yeni yetmelerden olma sen!” derdi o zaman.
Bu bahçeye salt oruç ayında kızardım. Çünkü çocukluğumda ramazanlar yaza rastlardı ve uzun gün boyu bu bahçede açlığa, susuzluğa, sıcağa dayanmak güçtü. Bahçenin gerisindeki armuttan bir hanımsüngerin pat diye düşüşü, narın diş diş kırmızı gülüşü, İstanbul eriğinin yebenisi bahçenin beri yanındaki çardağa kadar, hem de ıhlamur kokuları, su tulumbası serinliğiyle harmanlanarak gelirdi. Bu bahçeyi, yıllar sonra, adını şimdi söyleyemeyeceğim bir kadının bir müşterimin karısıydı çünkü öptüğüm boynu ansıtabildi bana ancak.
Bir ramazan günü yine çardaktaydım. Dedemin, kıbleye çevrilen yani minare gibi sivritilmiş hasır seccadesi üstünde oturuyordum. Hava nasıl sıcak, nasıl sıcak! Toprak bile cir cir ötüyordu sıkıntısından! Bahçe ha tutuştu ha tutuşacak! Kara satenden yapılmış takkemi çıkarttım başımdan. Ama sıcağa direnmek olanaksız. Bu kez hasıra uzandım, başımı da dışına taşırdım. Umduğum gibi olmadı. Yer altından sıcak bir su akıyordu sanki. Yanağımdaki kumlaşmış toprakları silkeleyerek kalktım. Bağdaş kurdum yine. Midem de kazınmaya başlamıştı. Öyle ya, Hafız Bilal bile iftara sabırsızlanıp akşamı okumak için yarım saat önceden şerefeye çıkarken, ilkokula yeni başlamış benim gibi bir masum mu sıcağın yanında bir de uzun günün açlığına katlansın? Sütlü yapraklar arasında bir serçe çarptı gözüme. İncire konmuş, gıdığı kınalı bir serçe. Hop hop döndürdü boynunu. Esmer keselerden birini gagaladı bir süre. Sonra incirden uçtu gitti. Bilmiyorum, oruç bozmak günah. Dedem “Oruç bozan, yerine altmış bir gün tutmak zorunda” derdi. Orucu sabahın köründen geceyarıları okunan akşam ezanına değin tutmak gerekirdi. Hem de hiç bıkkınlık getirmeden. Hafız Bilal allahüekber der demez besmeleler çekilir, suyla oruç açılır, iftarlıklar çatallanırken de dedemle pazarlık başlardı: “Tosun, kaça satacan orucunu?” “Beş kuruşa.” “Beş kuruş çok. Allah’ın orucu bu. Yüz para olsun” “Peki, sattım gitti.”
Bütün bunlar oruca, dine bağlanmam için dedemin bulduğu oyunlardı. Ama o gün, serçe uçtuktan sonra oruç da, oyunu beklemek de güç geldi bana. İncirin gevşek eti ağzımdaydı. Ön dişlerimle de minik çekirdeklerini ezmeye çabalıyor gibiydim. Bayıltıcı özü midemde duydum. Sıcak da bastırıyordu bir yandan, Atlıkarıncaya binmiştim. Sürekli dönüyordum. “Sen soğuk olamaz mısın?” dedim içimden incire. “Buz gibi. Yiyince diriltsin beni.” Tulumba geldi aklıma. “Su çekerim kovaya. Soğuturum inciri” dedim. İşte tam o anda, nasıl olduysa oldu, biri seslendi, “Donduurma! Kaymaak!” Kimdi bu? Düş mü görüyordum? Çevremi karabasanlar mı sarmıştı? Yoksa beynimde uçuşan yıldızlar mı duyurmuştu bu sesi bana? Anlayamadım hemen. Ama dilimde tükrük toplandı. İliklerime dek vanilya kokusu yayıldı, buzlu buzlu. Ve, yaşamımın ilk bayram yeri, ilk dondurmacısı bir aptes bozumluk süre içinde, kafamda, şimşek gibi çaktı söndü.
Bayram alanının girişindeydi dondurmacı. Sakız gibi patiskadan yapılmış başlığı, aynı düzende önlüğü, kırmızı beyaz kumaşlarla süslü iki küçümen fıçısı, hepsi birbirinin içinden çıkıp bir uzun boy olan külahları, “Vişneli vaar! Çilekli vaar!” deyişi ile atlıkarıncalardan, kayıklardan, dönmedolaplardan daha çok dikkatimi çekmişti. Belki de, dondurmacının arkasındaki alanda böyle curcuna olduğunu görmemiş ya da kestirememiştim. Neyse! Dedemi de durdurdum. Çocuklar üşüşmüştü fıçıların başına. Benden büyük, benden çevik çocuklar, kendi kendilerine sokağa çıkabilen, bayram yerine de gelebilen çocuklar. Fıçı üstündeki havluya para bırakıyorlardı. Sanı sarı. Küçük küçük çeyrekler, ortası delik yüz paralar. “Para gerekiyormuş” dedim içimden, Dedeme baktım, başımı kaldırıp. “Sen de para koysana” der gibi. Elimi elinden ayırdı, bir çeyrek çekti yelek cebinden. Dondurmacı da durmadan fıçıya eğilip tepe tepe aktarıyordu külahlara. Havluda birçok para olmuştu. “N’apacak ki?” dedim. Hiç düşünmedim, onun da harcayacağını. Ona da öteberi gerekli olduğunu. Oysa para nerelere gidiyordu. Hem de damla damla gelip sel gibi gidiyordu! Parasız olmuyordu hiç bir iş! Hey gidi zamanla bu ticaret neler öğretmedi bana! Ama yine de şunu sordum o gün kendime “Ya dondurmaları olmasaydı ne satıp da bulacaktı parayı?” Demek ticaret anlayış benim içimde varmış.
O seccade üstünde bunları ansıdım. Düşüne, konuşa. “Benim satılacak bir şeyim var mı?” dedim kendime. Bir ses daha duydum. Sokak yanından hem de. Yoksa! “Donduurma kaymaktıır!” Tamam, öyle. Dondurmacı bu. Düş falan değil. Karabasanlar da uğramamış çevreme… Yüz metreci gibi çıktım çardaktan. Dedemi begonyanın başında çömelik yakaladım. Omuzlarından çekeleye çekeleye “Para ver bana” dedim. “Orucumu satıyorum!.” Kollarımdan tutup sarstı önce. “İftarda satılir oruç” dedi. Yalan söylemesem dondurmacı kaçacaktı. Umarsız kaldım. “İftarda bozacam orucu. Sen parayı şimdi ver!” dedim. İnandı mı inanmadı mı şimdi de bilmiyorum. Ama çeyreği uzattı. Kaptığım gibi sokakta buldum kendimi.
O günden sonra dedem pek sevmedi beni, günlerce de söylendi durdu. “Biz din, ahlak yoluna adam kazanmaya çalışıyoruz; bunlar yolumuzu kesiyorlar” dedi. “Zamanımızda ramazan günü aşçılar bile dükkan açmazdı. Şimdiyse dondurma denen zıkkım sokak aralarında gezdiriliyor. Hem dinsizliğin yanında yalancılığı da getirdi bu satıcılar. Ne diyelim! Allah büyük! Islah etsin!”
Zavallı dedem! Eğer yaşasaydı da, benim Cuma namazlarına bile her zaman gidemediğimi görseydi, hiç kuşkum yok, ecelini beklemeyip fücceten ölürdü. Benim bir suçum yok ama! Baksanıza ezanlar hep öğün saatinde okunuyor. Müşterinin arttığı, servisin sıkıştığı saatlerde. Allah günah yazmasın, dedem de kusura bakmasın. Hem çalışmak da ibadetin yarısıymış. Ayrıca çiçekleri de seviyorum. O pembe renkli Adembaba çiçeğini, Kerbela saksını unutmadım örneğin, daha iyi bakılsınlar diye çiçeklerime de işinin eri bir bahçıvan tuttum. Bahçemizin apartmandan arta kalan bölümünde, tam danımsüngerin kesildiği yerde de bir ser yaptırıyorum. Demir aksamlı, sobalı. Üstü cam. Hey be çocukluk! Parayı n’apacak ki? diye sormuşum. Paranın merkez olduğunu, her bir yolun paradan geçtiğini bilememişim. Bak, işte öğren şimdi. Para neler yapıyor.
Necati Mert
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.