Kurtlar Sofrasının Kurtları

Ortalık bembeyazdı… Eczanenin giriş kapısının arkasından dışarıyı seyrediyordum. Karşımızdaki park cıvıl cıvıl insan kaynıyordu. İki gündür aralıksız yağan kar, beklentilerin ötesinde bir heyecan yaratmıştı kentte. Gelen kış değil de bahardı..

Kurtlar Sofrasının Kurtları
Yayınlanma: Güncelleme: 85 okuma

Ortalık bembeyazdı… Eczanenin giriş kapısının arkasından dışarıyı seyrediyordum. Karşımızdaki park cıvıl cıvıl insan kaynıyordu. İki gündür aralıksız yağan kar, beklentilerin ötesinde bir heyecan yaratmıştı kentte. Gelen kış değil de bahardı sanki. Bu yanılsama havadan mı, yoksa bizlerden mi kaynaklanıyordu bilmiyordum. Bir gerçek vardı ki, çocukların yanında sokaklara büyükler de dökülmüş, özlemini duydukları kartopu savaşı yapıyorlardı. Kimse kimseyi kınamıyor, yadırgamıyor, belki de görmezlikten geliyorlardı birbirlerini. Her ne ise, bunların hiçbir önemi yoktu. Son yıllarda bu kadar karı bir arada görmeyenler, bir an her şeyi unutup hep birlikte onun tadını çıkarmaya çalışıyorlardı sadece.

Keşke her şey bu kadar güzel olsaydı da bu güzel tabloyu yaşatabilseydik… Olmuyordu…! Hayallerimizle gerçekler, bir türlü yan yana gelmiyordu. Aklımızdan geçenlere ayaklarımız uymuyor; gözlerimizin gördüğünü beynimiz algılamıyordu.  İki yakamızın bir araya gelmemesi de bundandı zaten. Rüyalarımız uçurumların kenarında dolaşıyor, ip üstünde cambazlık yapıyorduk…  İşler hiç de iyi gitmiyordu son yıllarda. Bastığımız toprak kaygan, soluduğumuz hava zehirdi. Kokuşmuş ilişkiler, kangren olmuş yaralara merhem olmuyordu. Buna rağmen, az da olsa çiftçinin yarasına merhem olacak gibiydi bu kar. Sevinç ve heyecanımız biraz da onlar adınaydı. Böyle düşünüyordum…  İkiyüzlüydü her şey; iyiyi ve kötüyü içinde taşıyordu eş zamanlı. Bu görünen, kışın beyaz yüzüydü, bir başka yüzü daha vardı, adına kara kış dedikleri.  Namı diğer zemheri; fukaranın baş belası…

“Bayram dedik de öyle mi bakalım… Ya arkası gelmezse…! Havalar birden ısınır da sel olur giderse iki günde…? Yine de…” diye düşündüm. Akif Beye döndüm, “Ne dersin?” diye O’na sordum. “Bu kar kurtarır mı memleketi?” Akif beklemediği sorum karşısında bir an duralar gibi olunca, “Karı diyorum, yeterince doyurur mu aç toprağı?” “Bilmem ki Gürsel abi; toprak çok aç da…! Ne desem yalan olur. Hem onunla iş bitmiyor ki, asıl altı boş altı; devasa bir balon gibi bomboş içi! Bir gün patlamaya kalkarsa seyreyle sen gümbürtüyü. O da, bir kışla dolacak gibi, iki kucak karla doyacak gibi gelmiyor bana! Alimallah sünger gibi çekiverir iki günde… Nehirleri salmak, denizleri bağlamak  lazım…!”

Akif Bey doğru söylüyordu; asıl altı boşalmıştı bu koca ovanın. İlerde neler olabileceği, iki de bir ortaya çıkan göçüklerden belliydi… Hovardaca kullanıp, yerini doldurmazsanız olacağı buydu! Oysa eski karlar yağmıyordu artık. Üstelik hiç bitmeyecekmiş gibi tüketmeye devam ediyordu millet, “Allah’ın suyu biter miymiş?” diyerek. Yağma ve soygun düzeni buralara da el atmış, suyu ucuzluğun alt sınırı yapmıştı… Toprağı ganimet bilip üstüne çökenler, altlarının oyulduğunun farkında bile değillerdi.  Hesapta, boşalan havuz bir yandan da dolmalıydı. Havuz hesabı çözmeye benzemezdi bu durum. Bugüne kadar böyle işlemişti doğanın yasaları. Bu işin duayla olmayacağını bilinmesine rağmen, bir sorumsuzluğun doludizgin sürdürülmesinin çabası içindeydik. Gerçeği bilirdik de işin rengi başkaydı… Şemsiyesiz yağmur duasına çıkan millet, üstüne oturduğu bombaya, görmeden inanmaz, ille de patlamasını beklerdi. Sonrası…! Sorun inanmamaktı; bilime inanmak yerine, cahilliğin kara sularında boğulmaktı.  Çocukları, torunları, yarınları düşünmemekti… Tanrının değişmeyen, gerçek kanunlarını iyi okumamak ve doğayla barışık yaşamasını becerememekti… İnsan gibi yaşayamamak; uygarlaşamamaktı.

Dalmıştım… Tam geriye dönüp Serhat’ı soracaktım ki, burun buruna geldik onunla. Elindeki tepside çay getirmişti. “Ben de tam ne oldu bizim çaylar diyecektim, yetiştin. Aferin sana! Saat beşe geliyor olmalı…? İşte şimdi tamamlandı tablo: dışarda kar içerde tavşankanı çay! Beste, güfte buluştu… Bundan iyisi vis… pardon can sağlığı…” derken yaşlı olduğu yürüyüşünden belli olan bir kadıncağız yaklaştı kapıya. Yüklendi ama açılmadı kapı. Serhat koştu yardımına… Üşümüş olduğu her halinden belliydi teyzenin.. Onunla birlikte bir araba soğuk da girdi içeri. “Evladım, kocam evde hasta yatıyor, şu ilaçları yazdırdım; sigortamız yok, kimsemiz yok, paramız da yok, alamadım; size gönderdiler, bir bakar mısınız?” der demez yığıldı kaldı orta yere.

Koltuğa oturttuk; kolonya filan derken ayıldı teyze. Tansiyonuna baktım epeyce düşüktü. Görünüşe göre açtı da… Şaşırmadık; insanımızın üçte biri, ya tam açtı ya da yarı aç. Bunu bilmeyen yoktu. Bir zamanlar, “Bu ülkede fakir yoktur, vardır diyenler kızıl komünistlerdir!” diyenlerin bir süre sonra “Fakir-fukara fonlarını” kurup bol keseden yardım yapma yarışına girmeleri şaka değil, yadsınamaz bir gerçekti. Adeta “Bu ülkeye komünizm gelecekse onu da biz getiririz!” diyenleri haklı çıkarırcasına yapmışlardı bunu. Hayat ne kadar acımasız ve ne kadar çıplaktı. Krallar gibi…

Çayın yanına tost yaptı Serhat… Tostunu yedikten sonra, üstüne bir çay daha içince, teyze kendine geldi. “Allah razı olsun evladım, Allah ne muradınız varsa versin!” diyerek dua etmeye başladı. Bugün böyle elinde reçeteyle gelen dördüncü kişiydi; ya paraları çıkışmıyordu ya da ödeme güçleri hiç yoktu… Pandemiyle birlikte daha bir yaygınlaşmıştı bu durum… Sonra da ocaklara birden çöken enflasyon… Bir yıldır komşularla birlikte karşılıyoruz böylelerinin ilaç masraflarını. Bir çeşit askıda reçete yani… İdam sehpasındaki azılı bir katil gibi duruyordu askıdaki ekmekler. Ya reçeteler… Nasıl bir suç işlemiş olabilirlerdi…?

Akif Bey’in hazırladığı ilaç poşetini Teyzenin eline tutuşturdum. Arabanın anahtarını da Serhat’a verdim. Çarşıda pazarda her şeye gelen o kadar zamdan sonra ilaçlara gelen %37’lik zam belini iyice bükmüştü vatandaşın. Kapına gelmiş hastanın boynu bükük, elinden tutmayıp da ne yapacaksın? Bir de sen mi vuracaksın?… İçim kıyıldı; başka türlü davranamazdım… “Bilen de, bana gönderiyor bunları; ne diyebilirim? Kızamam, kovamam… Bu da benim zaafım olsun. Herkes gibi yardımı Ramazanlara saklamak bana göre değil! Bu insanlar sadece bu aylarda ihtiyaçlı değil ki, her zaman ihtiyaçlı… Ve yardımlar kimsenin fark etmediği ama yokluğun derinden hissedildiği durumlarda yapılırsa bir anlam ifade eder, yoksa herkesin elini uzattığı zaman değil…” diye düşündüm arkalarından.

Onları kapıdan gönderirken kar atıştırmaya başlamıştı yeniden. Hoşuma gitti… seyrettim biraz, dua eder gibi bakarak gökyüzüne. “İyi de bugün Necati Beyin bahçesine gitmeyecek miydik?” dedim içimden. Eski adıyla “bağ evi” yani. Kar kış da olsa “kurt dökme seanslarından” vazgeçemiyorduk… Unutmamıştım; ama teyzeyle meşgulken nedense aklımdan çıkıvermişti. Vakit de geçiyordu; saat beş buçukta beni alacaktı Halis Bey, son model Cipiyle. Sonra da Yüksel Beyi alacaktık birlikte.

***

Yüksel Metin’i de alıp yola koyulduk tam vaktinde. Çöp kamyonu gibi kentin kirli havasını da götürüyorduk yanımızda. “Halleder” deyip doğaya boşaltacaktık kusmuk gibi. Hava değişikliğinden anladığımız buydu bizim. Doldur boşalt durumu yani… Eskilerin, “Tebdili mekanda ferahlık vardır” sözünün günümüze uyarlanmasıydı bu. Ancak aralarında önemli bir fark vardı: Bizimkisi cehennemden kaçış, “cennete” sığınma haliydi sanki.

Gideceğimiz bahçe, şehrin biraz dışındaydı. Gizli bazı işler de dönüyormuş gibi, birçoğunun adı “saklı bahçeydi.” Son yıllarda moda haline gelen hobi bahçelerinin abartılısı olan ve en az iki, üç dönümlük bahçeli evlerin yoğunlaştığı bir yerdi burası. İçinde değişik meyve ağaçları, süs bitkileri ve bir de havuz vardı. Havuz derken süs havuzu değil, basbayağı küçük çapta yüzme havuzu… Tam da zengin işi bir villa… Laf aramızda benim ne hevesim ne fırsatım ne de param olmadı bu tür yatırımlara. Arada bir davet eden dostların bahçelerinden yararlanmak yetmişti…

Daha önce de bir iki kez gitmişliğimiz olmuştu Necati Beyin bu bahçesine.  Yılın altı ayını çoluk çocuk burada geçirirdi çoğunun sahipleri. Necati Bey de bunlardan biriydi bildiğim kadarıyla. İstemeseler de buna zorlanıyordu zengin kesimi; birçok konuda olduğu gibi burada da tetikliyorlardı birbirlerini. “Bak ben değiştirdim sen de değiştir arabanı!” Sanki üstüne vazifeymiş gibi. “Bu modası geçmiş külüstür hiç yakışmıyor sana!..” Tüketimin gönüllü reklam ajansları mübarekler. “Beğendiyseniz, size de alalım şuradan iki dönüm tarla, yapıverelim aynısından… yazları rahat edersiniz…” Böylelikle bize musallat olmazsınız! mı demek istiyorlar acaba… Bu bir sınıf dayanışması mıydı, yoksa kapışması mı…? Anlamak zordu…

İnsanoğlunun garipliklerinden biri de budur işte; farklılıklarıyla hem övünç duyarlar, hem de göze batacak bir farklılıktan kaçınırlar. Hem zenginliklerini göstermek isterler, hem de bunun bilinmesinden rahatsızlık duyuyorlarmış gibi davranırlar. “Ne olacak hepsi dünya malı, öbür dünyaya götürecek değiliz ya…” diyerek önemsemiyormuş gibi yaparlar. Ama bir karış toprak için canlarını ortaya koyarlar. Öbür dünyaya götüremeyeceksen bu kadar hırs, bu kadar sahiplik niye? Bu ne manyaklıktır böyle…? Bir de bu çelişkili tavırlarından her birini, duruma ve ortama göre öne çıkarırlar… Nedendir acaba?…

Aracın içinde ağır bir sessizlik vardı; merhabalardan sonra ağzını açan olmamıştı. Sessizliğe gömülmüş, dilsizleri oynuyorduk adeta. Şüphesiz, fırtınadan önceki sessizlikti bu. Kafaların, son günlerde piyasalarda yaşanan dalgalanmalara takılı kaldığı anlaşılıyordu. Kimsenin, bu dalgalı kafaların “çarpılmış” ağzını açacak hali yoktu. Çelik kapı gibi kilitliydi mübarekler. Açar açmaz patlayacakları belliydi. İçlerinde ne varsa kusacakları da… İki duble atmadan da açılmazdı bu ağızlar. Açıldı mı da…

Bahçeye yaklaştıkça, karın yoğunluğuyla birlikte, yerdeki kalınlığı da artıyordu. Kar üstüne kar yağmış, iki cipten başka araç da geçmemiş görünüyordu. Nerden baksak 40 cm’ye yakın kar vardı yolda. Buna rağmen cipin aldırdığı yoktu; nehirde yüzüyormuş gibi, kıyıdaki karları okşayarak yoluna devam ediyordu. Ağaçlar ise tepeleme kar yüklüydü; kırıldı kırılacaktı dalları. Sabaha doğru kardan kulelere dönmesi de şaşırtıcı olmazdı…

Bahçeye girer girmez Necati Bey karşıladı bizi. Bir de, terasın köşesinde yanan mangalın, telaşla, sağa sola savrulan dumanı…  Girişteki park yerindeki ciplerden kadronun tamam olduğu anlaşılıyordu. “Size mangal yapacağım!” demişti Necati Bey; “Bu kez sadece içmeyeceğiz ızgarada et, met bir şeyler de yiyeceğiz…!” Yuvarlana yuvarlana bize doğru gelişini görünce “Bundan ne güzel kardan adam olur, şöyle göbekli tarafından…” demek geçti içimden. “Yapmaya gerek yok, on dakika karın altında kalsın, bir iki de aksesuar… al sana kardan adam.”  Gülmemek için zor tuttum kendimi. Gözümün önüne, yuvarlayarak büyüttüğümüz kartopları geldi çocukluğumuzun. Gelince de yerden aldığım bir avuç karı top yapıp fırlattım Necati Beye.

“Dur arkadaş dur..! Gelir gelmez topa tutma bizi; enerjini içeriye sakla istersen!” diyerek oyuna girmek istemediğini gösterdi. Diğerlerinin hali belliydi, sağına soluna bakmadan bütün soğukluklarıyla içeri girdiler, üzerlerindeki karları bile silkmeden. Oysa ben belki sessizliği biraz bozar, kafaları dağıtırız diye düşünmüştüm. Bu ne gerginlikti böyle?.. Hevesim kursağımda kaldı. Elimdeki kartopunu evin duvarına çarptım kızgınlıkla. Ne olurdu şurada biraz çocukluğumuzu yaşasaydık. Kıyamet mi kopardı. Parktakilere olan özentim dökülüp dağılmıştı, duvara çarpan kartopunun parçaları gibi.

Mangalın yeni yakıldığı, her yanı duman kaplamasından belliydi. Başında Necati Beyin küçük oğlu Mert vardı. İki laflamak istedim Mert’le, elimi ısınsın diye mangala doğru uzatırken. “Hadi, hadi Gürsel Bey, biz içeri geçelim çocuk ilgilensin mangalla! Hava yeterince soğuk, sizi  üşütmeyelim!. Ne de olsa dağ başı sayılır burası” diyerek koluma girdi ev sahibi. “İki laf edelim şurada çocukla dedik, rahat vermedin be birader!..”

Bizden önce gelenler salondaki koltuklara yerleşir yerleşmez yumulmuşlardı viskiye; sessiz sedasız götürüyorlardı. Şöminede yanan odunların çıkardığı çıtırtıdan başka bir ses gezinmiyordu ortalıkta. Tapınır gibi ateşe bakıyordu herkes. Kendilerini öyle kaptırmışlardı ki, merhabama cansız birer karşılık verdiler. Arkası yok… Hayri beyden, o da yok… Anlaşılan bu kez en son gelemediği için bozulmuştu. Ortam dışardaki kışın aksine yeterince sıcaktı ama konuklar soğuktu. Daha yeni başlamışlardı içmeye. Elbette, onlar da ısınacaktı az sonra. “Zenginlik işte böyle bir şey!” dedim içimden. “Dışarda mangal, içerde kalorifer, şömine… alt-üst bütün odalar ısınıyor.”

Oturanlara şöyle bir baktım. Hayrullah Bey yoktu. Kovid testi pozitif çıktığından on gündür karantinada olduğu söylenmişti. Onun eksikliğini Erdem Bey tamamlayacaktı anlaşılan. Kendisinin tarım aletleri üreten bir fabrikası vardı. Son yıllarda o da mesafe almıştı epeyce. Duyduğuma göre onun işleri de bozulmuştu… Bakalım nasıl dökecekti içindeki kurtları? Asıl işi değirmencilikti atadan kalma… Eski değirmenler şimdilerde un fabrikası oldu tabi…

Henüz bir yere çökmemiştim ki Necati Bey “Arkadaşlar, bir dakika!.. Birkaç dakikanızı ayırırsanız size bir şey göstereceğim!” dedi. Peşine düştük O’nun. Bodrumdaki viski imalathanesini gösterdi bize. İnanılır gibi değildi… Raflar viski şişeleriyle doluydu…

“Yahu arkadaş, madem böyle bir imalathanen vardı da, niye pahalı pahalı viski aldırıyorsun bize? Biz de ortak olalım hepimiz sebeplenelim!” diye inledi Hayri Bey. İçinden ben niye düşünemedim bunu dediğinden emindim. “Merak etmeyin daha ilk ürünlerim bunlar! Bugün hep birlikte tadacağız; beğenirseniz devam ederiz… Beğenmezseniz de…”

“Beğeniriz, beğeniriz, niye beğenmeyelim Necati Bey?” Hayri Bey ganimet bulmuş gibi heyecanlıydı. “İçtiğimiz senin imalatın değil mi arkadaş; bence gayet iyi, piyasadaki en kaliteli viskiyi aratmaz.!” Necati Bey O’nu onaylamakta geç kalmadı “Evet, içmekte olduğunuz viski benim imalatım. Yalnız, bunu bizden başka kimse bilmesin, bir de nasıl yaptığımı sormayın. İlerde birlikte yapacağız nasıl olsa… Anlaştık mı?” Kimsenin sormaya niyeti yoktu; önemli olan içmekti… Anlaşmıştık. Birlikte salona geçip koltuklarımıza gömüldük. Herkes eski yerine oturunca ben de başımın çaresine baktım.

“Necati Bey istediğimiz kadar içebiliriz değil mi? Nasıl olsa imalathanemiz var?” diye takılarak aldım ilk yudumu. Sonra da bastım tetiğe: “Ne bu haliniz yahu? Cenazede miyiz, yoksa işkence odasında mı? Tamam, gemileriniz Karadeniz’in azgın dalgaları arasında çırpınıyor, ama batmadılar henüz… Öyleyse umut vardır. Demek ki, bir kez daha umuda içilecek!” diyerek kaldırdım kadehimi…

Yanıt gecikmedi Hayri Beyden: “Senin tuzun kuru tabi! Ortada risk altında herhangi bir gemin falan yok! Üstüne üstlük % 37’lik zammı da aldın. Konuşursun… Bir de bizim yerimize koysana kendini Gürsel Bey!”

“Sizi anlamıyor değilim; ben de takip ediyorum gelişmeleri. Azgın bir kasırganın içinde savrulup duruyoruz hep birlikte. Geride kalan yıla baktığımızda yaşamadığımız felaket kalmadı. Tek tek saymama gerek yok… Söyleyeceklerim şu: Kendinizi fazla kaptırdınız. Hak hukuk demeden, haram helal gözetmeden bodoslama daldınız bu işlere… Hırsınızı frenleyip, biraz da çevrenizi, ülkemizin temel sorunlarıyla da ilgilenseniz olmaz mıydı? Hep bana, hop bana diyeceğinize, biraz da başkalarını düşünseniz olmaz mıydı? Birazcık vicdan yeterdi bunun için!

“Tüm bunları biz de biliyoruz Gürsel Bey! Nereye gelmek istiyorsun onu söyle bize. Ayrıca ikide bir de bizi suçlama! Tüm bu yaşadıklarımızdan sonra işler nereye varır bilinmez, kim kiminledir kestirilemez oldu” diyerek araya giriverdi Erdem Bey.

“Demek istediğim bir şey yok, yaşadıklarımızı özetlemeye çalışıyorum sadece ve korkarım ki, gemi karaya oturdu oturacak. Ama bu durumdan daha küçük sıyrıklarla kurtulmanın bir çaresi var: Yol yakınken seçime gitmek! Yoksa bir de Ukrayna meselesi çıktı ki, gerisini düşünmek bile istemiyorum…” yanıtını verdim ona.

“İyi de bizim halimiz ne olacak Gürsel Bey; seçim bizi kurtarır mı?” diye inledi Müteahhit Hayri. “İnşaatlar durma noktasına geldi. Elimizde ne varsa betona yatırdık. Ama ortada alıcı yok!” Konuşuyordu Hayri Bey.. “Geceleri uyuyamaz oldum son günlerde. Sürekli dayak yiyormuşum gibi bir hal var üstümde. Evde sıkıntı, dışarda sıkıntı, iş yerinde… Bu gidişle, yakında çocuklarla da papaz olacağız gibi… Sığınacak bir liman arıyorum, o da yok! Keşke bu işlere bu kadar girmeseydim, bu kadar açılmasaydım diyorum. Elimden gelse her şeyi satıp savacak bir kenara çekileceğim! Ama…”

“Siz de ne var, asıl biz battık!” sözleriyle tekrar girdi araya Erdem Bey. Toptan çuvalladık ki, düşman başına; başımıza gelmedik kalmadı şu birkaç ayda… Bir haftadır fabrikalar yatıyor, İran Gaz vanasını kapattı diye. Türkiye tarihinde böyle bir şey görülmemiştir. Hiç düşünmeden girdik bu işlere; açıldıkça açıldık… Politikayla fazlaca içli dışlı olduk. Kendi işimize bakmak varken sınırlarımızı zorladık. İşimize yoğunlaşıp, adam gibi çalışmalıydık. Aksine işin kolayını tercih edip kısa yoldan köşe dönmek istedik. Geldiğimiz nokta işte… Kurtlar sofrasında kendimize yer bulacağız derken, çürümüş bir yapının kurtçukları olduk! Şimdi oturmuş ne olacak bizim halimiz diyorum? Bir kere de ne olacak bu memleketin, bu fakir fukaranın hali mi dedik?… Elimize üç kuruş geçince de kendimizi matah sanıp havalandık. Hadi canım…!

Bizimkiler açılmaya, kurtlar da dökülmeye başlamıştı. Bozuk düzenin kurtlarıydı bunlar. Ortalık da ısınmaya doğru hızla yol alıyordu. Bu arada benim de dikkatimi çeken bir şey oldu. Daha önce hiç düşünmemiştim: Rakı içenler iki dubleden sonra “Ne olacak bu memleketin hali?” derken, bizimkiler “Ne olacak bu bizim halimiz?” diyorlardı, sorun sadece kendilerindeymiş gibi. Bütün viski içenler böyle mi derlerdi bilmiyordum, ama bizimkilerin böyle dediklerinin tanığı olmuştum. Hem ayrıca eminim rakı içenler her iki dublede bunu söyleseler de viskicilerin nadiren söylediklerinden emindim. Çünkü viskicilerin işleri sık sık bozulmazdı ve bu sözlere de her zaman ihtiyaç duymazlardı… Oysa rakıcıların hedefi bozuk düzen, düşündükleri de memleketin gerçek sahipleri olan milletti.  Birilerinin memleketi düşünmesi yanında, bazılarının salt kendilerini düşünmesi ne kadar açıklayıcı bir durumdu. Bu basit bir tercih olamazdı elbette.

İçerde kilitler açılmış, dertlerin harmanlanması sağlanmıştı.  Susanlar konuşacak, konuştukça içlerindeki zehri atacaklardı. “Hamama giren terler” dedikleri de böyle bir şeydi zaten. Artık onları kimse tutamazdı; başka türlü de çıkış yoktu buradan. Maya tutmuş gibiydi; cehennemi büyük ölçüde dışarda bıraksalar da, içerisi de tam olarak cennet olmaktan uzaktı. Ortada bir yerde buluşmuş gibiydiler. Ne yaşadılarsa kendi tercihleri yüzünden olduğunu çok iyi biliyorlardı. Kimseyi suçlayacak halleri yoktu. Ektiklerini biçerken, harman, hasat da onlarındı.

***

Dışarda, cızırtı sesleri ve yoğun duman altında kızarmış et kokusu ortalığı sarmıştı. Kar yağışı biraz daha artmış, hafiften de bir tipi başlamış gibiydi. Necati Beyin oğlu Çetin ekmek arası sucukları hazırlıyordu; önden onu verecekti konuklarına. Görünüşe göre, arkasından da köfteleri ve pirzolaları verecekti. “Kolay gelsin delikanlı, burada nasıl gidiyor işler?” diyerek yaklaştım yanına. “Sağ ol Gürsel amca, iyi gidiyor… Sucuklar hazır, al istersen birini; belki burada yemek istersin!” Baktım, çeyrek ekmeğin arasına iki dilim az kızarmış sucukla iki dilim domates ve marul koyuyordu. Öğlenden beri bir şey yememiştim. Viskinin yanında yediklerimizin de önemi yoktu. Kurt gibi açtım ve de onun gibi, “Almaz mıyım yeğenim; harika kokuyorlar!” diyerek elindeki ekmeğe saldırdım Çetin’in.

İki duble viskiden sonra soğuk hava vız geliyordu; içimi ateş basmıştı zaten. Dışarda yemek benim de işime gelmişti. Kar altında sucuk ekmek, tam da hayalimdeki gibiydi. Fakat içerdekileri de merak ediyordum. Bu terapi kaçmazdı… Kilisede günah çıkarmak kadar kolay değildi bizimkisi. Öyle üç beş kuruşluk bağışlarla kurtulmak mümkün değildi bu beladan. Göle maya çalmak bile bundan daha sonuç alıcıydı. Sorun çok derinlerdeydi. Birkaç lokmadan sonra, “Siz buradayken ben şunları vereyim geleyim” diyen Çetin’in dönüşüyle içeri girdim.

Salona girmeden duyulmaya başladı konuşmalar. Kulağıma gelen Erdem Beyin sesiydi. “Adam ‘Ne olursa olsun ihraç edin!’ dedi, tamam dedik. İşlerimiz tıkırındaydı…”

Tam zamanı diye düşünürken, İnşaat mühendisi Halis Beyin sesi duyuldu. “Bu işlerin buraya gelip dayanacağını hiç düşünmediniz mi Erdem Bey. Koskoca iş adamısınız; hesap kitap yapmasını bilirsiniz…”

Karşılıklı konuşmalar devam ediyordu. “Belki de sorunun kaynağı içtiklerimizdi” dedim içimden. “Önce şarapçıydık, sonra da viskici… Bir türlü rakıcı olamadık. Oysa rakı hem mili bir içki, hem de toplumcu… Onu içenler bu yüzden memleket diyor; halkı düşünüyorlar… Önce vatan, hak hukuk diyerek gerektiğinde meydanlara çıkıyorlar, gerektiğinde vatan sağ olsun diyerek ölümün üstüne yürüyorlar… Unutulmasın, Cumhuriyeti kuranların mayasında bile bunlar vardır… Bundan sonra biz de onu denemeliyiz… Mutlaka…!”

Halis Beyin sesi yankılanıyordu kulağımda. “…Baştan, yanlış ata oynadık! Belki at doğruydu da, süvarisi yanlıştı. Düşünmeden, hak etmeyenlere olmadık unvanlar yakıştırdık. Boş tenekeden senfoni yapmaya, boş kovandan bal almaya çalıştık. Kuruyla yaşı ayırmadan, her şeyi değiştirirsek sorun kalmaz diye düşündük. ‘Bal tutan parmağını yalar!’ dedik hırsızlığı mübah gösterdik. ‘Devletin malı deniz, yemeyen domuz’ dedik devletin soyulmasına göz yumduk. ‘Söz gümüşse Sükut altındır’ deyip ortamı yalancıya, sahtekara bıraktık… Daha ne diyeyim? Zücaciye dükkanına katır gibi girip, her şeyi kırdık döktük. Geldiğimiz noktada, “Biz bir şey istemiyoruz, sadece verilen sözleri istiyoruz!” diyor vatandaş. Adam bal gibi de bir şey istiyor ama onu bile doğru dürüst ifade edemiyor korkusundan. Korku damarlarını sarmış insanların, yeni bir zehirlenmenin adıdır bu. Aslına bakarsak azar azar, hepimiz yuttuk bu zehri de…”

“Halis Bey doğru söylüyor!” diyerek girdim araya. “Size bir fıkra anlatayım da hem gülelim hem de hisse alalım kıssadan: “Aklını kaçıran birini tedavi için hastaneye yatırmışlar. Hangi hastane olduğunu tahmin edersiniz. Uzunca bir süre tedavi gördükten sonra kendini iyi hissetmeye başlamış. Bir gün bu durumunu doktoruyla da paylaşarak “Doktor Bey ben artık iyileştim, taburcu edin de evime döneyim!” demiş. Doktor da “Çok haklısın İsmail, evladım, yarın uygun bir saatte seni bir daha muayene edeyim. Uyguladığım testi geçersen,  sorun yok, taburcu olursun! Seni de boşu boşuna tutmamış oluruz burada!” demiş.

“Sevinçten havalara uçan İsmail o geceyi zor etmiş. Sabah vizitesinde odasına gelen doktor eliyle göstererek başlamış sormaya: “Bu nedir İsmail?” “El.” “Bu nedir İsmail?” “Bacak.” “Şu nedir İsmail?” “Sandalye” “Şu nedir İsmail?” “Koltuk” “Peki İsmail, O karşıda duvarda asılı olan nedir?” “Tablo” “Az bu tarafındaki ışık giren yere ne denir?” “Pencere” derken, sormaya devam eder doktor. İsmail hepsine de doğru yanıt verir. Doktor aldığı yanıtlardan çok memnun olmuştur. Ama yine de emin değildir İsmail’den. “Aferin İsmail, sen gerçekten de iyileşmişsin! Hazır ol, seni yarın tahliye edeceğim!” deyince İsmail heyecandan ne diyeceğini bilemez. Eliyle poposuna vurarak “Doktor Bey, buna kafa derler kafa!” diye haykırır. Doktor avını yakalayan avcı gibi olduğu yerde heyecanla zıplar, “İşte şimdi sıçtın be İsmail, hem de odanın ortasına!” der.

Erdem Bey ise durmuyordu. Adam iyice açılmıştı. Onun derdi hepimizden büyüktü anlaşılan. “… Buğdayın fiyatının nerelere çıktığını bileniniz var mı aranızda? Üstelik bu iyi günlerimiz. Çiftçimizi küstürdüğümüzden bu yana her yıl beş altı milyon ton buğday ithal ediyoruz. Nereden? Rusya ve Ukrayna’dan… Yani savaşın tam da ortasından. Bu durumda bize buğday satarlar mı satmazlar mı bilemem. Satmazlarsa hapı yuttuk demektir. Siz o zaman görün ekmeği ve aç kalmayı… Ben boşuna demiyorum, benim durum ne olacak diye. Benim işler düzelmeden vatandaşın durumu düzelmez! Herkes de bunu böyle bilsin!…”

Bu arada ikinci servisi yapıyordu Çetin: Ekmek arası köfte. Hayır diyen yoktu maşallah, gelen gidiyordu… “Adeta savaş çıktı dışarda karışmaya başladı ortalık! Haberiniz olsun istedim.” diye seslendi Çetin. Kimsenin duyacağı yoktu. Merak edip çıktım dışarıya. Çetin doğru söylüyordu; gördüğüm manzara, onun söylediğinin bir iki tık daha ötesindeydi. Bir tipi başlamıştı ki şimdiden göz gözü görmüyordu… Fırtına tanrısının isyanıydı bu; illa ki gücünü gösterecekti. Bu gece sabaha kadar ortalığı harman yerine çevirip, sapla samanı ayıracak, istediğini alacaktı. Yan taraftaki çam ağaçlarının ıslığı uyarı niteliğindeydi sanki.

Kimsenin keyfini bozamazdım. Ev sahibine durumu açıkladım sadece. Hiç de telaşlanmadı. “Herkese yetecek kadar yerimiz var; geceyi burada geçiririz. Kimseye bir şey söylemeyelim!” diyerek rahatlattı beni.

Duramadım, “Arkadaş, iki de bir benim durumum ne olacak deyip duruyorsun da, vatandaşın durumu ne olacak demiyorsun?” diyerek çıkıştım Erdem Beye. “Oysa, içler acısı onların durumu… Buna rağmen sen hala kendini düşünüyorsun. Biraz vicdanlı ol, kendine gel arkadaş! Çıkar kumdan başını, kurtul şu bencillik sarmalından! Sorunlarınızın çözüm yollarını biraz da başka taraflarda ara! Sokağa döndürmeyi dene yüzünü bir de! Yüreğini sıkma böyle, aç… Belki böylece, paylaşarak mutlu olmanın farkına da varırsınız… Empati nedir hiç duymadınız mı siz?…” “Yahu arkadaş bilmiyor muyum, görmüyor muyum sanıyorsunuz tüm bunları. Son iki ayda ödediğim elektrik faturasını görseniz neredeyse küçük bir fabrika satın alırsınız. Bunun yanında doğalgaz bedava gibi geliyor. Bu savaştan dolayı bir de bunların etkilendiğini düşünmek bile istemiyorum. İkisini de kapatırım Alimallah da o kadar işçiye acırım ben!”

“Ne acıyacaksın deyyus!” dedim içimden.  “Asgari ücrete üç kuruş zam yapıldı diye az mı ağladın köşe bucak! Sen kimi kandırıyorsun? Bir de karşımda timsah gözyaşları döküyorsun!”

“İçimizi o kadar da karartma istersen Erdem Bey!” diyerek girdi söze girdi Mimar Yüksel Bey. “Bu sene karın maşallahı var; hala da devam ediyor yağmaya… Bakarsın iyi bir yıl olur da buğday siloları dolar taşar… İthal etme ihtiyacı da kalmaz! Bir de bu tarafından baksan olaya derim ben… Biraz da olumlu baksak… he…? Yine de vatandaş… diyorum…? Bu karda kışta, iyi yağış oldu diye umut rüzgarları estirirken, fakir fukaranın durumunun daha da çekilmez hale geldiğini unutmayalım. Ne çelişkidir bu kardeşim ya…! Yorgan çekiştirir gibi; birinin üstünü örteceğim derken ötekinin üstünü açıyorsun sürekli. İkisini birden koruyamıyorsun soğuktan! Bir cennet düşlüyor, bir cehenneme düşüyorsun! İki mekan arsında sıkışıp kalıyor insanlar! Yok mu bunun ortası…?”

Buna, “Sen de pek iyimsersin birader!” sözleriyle itiraz etti Halis Bey. “Çiftçinin biriken borçtan dolayı ekim yapacak hali mi kaldı da verim bekliyorsunuz Yüksel Bey. Bu yüzden kaç çiftçi intihar etti haberiniz var mı? Çiftçiyi küstürdük abi… AB’ne yaranacağız diye…

“Gürsel Bey kardeşim, sana da iki çift lafım var: Senin fıkra iyi güzel de, sanki adamımız bugüne kadar her şeyi iyi yapmış da şimdi çuvallamış gibi bir sonuç çıkıyor. Oysa hepimizin yaşayıp da gördüğü, tarih önünde açıklamakta güçlük çekeceğimiz olaylardır. Umarım torunlarımız bizi bağışlar.

“Elimizle ayağımızla büyütüp soframıza aldığımız adamlar bizi tepelemeye bile kalktılar! Hatırladıkça deli oluyorum arkadaş. Bu ülkeye bunu da yaptık biz. Allah sonumuzu hayır etsin! Demek istediğim şu: eğri oturup doğru konuşalım, 2007 den bu yana bu ülkeye çok zarar verdik çok!.. Bana şunu yaptı bunu yaptı filan demeyin; bunların hepsi hikaye… Benim inandığım bir şey var: Vatan pahasına siyaset yapılmaz. Biz maalesef bunu da yaptık. Erdem Bey doğru söylüyor: Politikanın bir parçası olmamız baştan yanlıştı. Onunla birlikte, basbayağı biz de kirlendik. Size her şeyi tek tek anlatacak değilim. Tablo iki tak olmuş kabak gibi ortada. Ve öyle bir rejim sardık ki başımıza deve kuşu bile, bayağı bir anlam kazanır yanında.

“Duyanınız, bileniniz var mı bilmiyorum, ama ben yine de söyleyeyim: İki hafta önce partiden istifa ettim. Size de öneririm; yol yakınken bitirin bu işi. Yeterince geç kaldık daha da ortak olmayalım bu belaya…”

Ben partiden bir yıl önce istifa ettiğim için niyetini bana açmıştı daha önce. Ancak istifa ettiğinden haberim yoktu. Bu yüzden çok memnun olmuştum. Dayanamadım alkışladım onu “Bravo, bravo…!” diye bağırarak. Derken herkes bana katıldı…  Şaşırır gibi oldum… Oysa durum ortadaydı ve o noktaya herkes adım adım yaklaşıyordu. Geçen yıl istifa ettiğimde beni kınayanlar arasında burada bulunan bir iki arkadaşımız da vardı; onlardan biri de bu gün içini döken Erdem Beydi. Tam bunu düşünüyordum ki, birden ortalık kararıverdi. Derin ve kapkara bir sessizlik çöktü salonun ortasına. Karanlık ve sessizlik; korkulu bir rüya… Yarasaları eksikti sadece… Şömine de bir şey yapamamıştı bu karanlığa. Necati Bey hemen araya girerek telaşlanmamamızı, elektriğin az sonra geleceğini söyledi. Bu kadar emin konuşmasına şaşırmıştım. Nereden biliyordu?

Ortalığı aydınlatmak için cep telefonlarını açtı bazılarımız. Karanlığa tahammülü yoktu kimsenin. Şöminenin ateşine bile razı değildik. Neyse ki, beş dakika geçmeden geldi elektrik. Ev sahibi haklı çıkmıştı. Ama bu işte başka bir iş olduğu açıktı… “Ne iş..!” der gibi yan tarafımdaki koltukta oturan Necati Beye baktım. “Jeneratör!” dedi yavaşça ve gururla. “Son günlerde sık sık yaşanan elektrik kesintileri üzerine almış belli ki…” Vay be!” dedim içimden… “Para olunca atasözleri bile gerçek oluyormuş. ‘Zengin karda kışta dağdan aşar, yoksul ise düz ovada şaşar!’ dedikleri buymuş demek ki…”

Kurt dökme seansı şikayetler, yakınmalar; karşılıklı laf atmalar, pişmanlıklar ve esprilerle devam ediyordu. “Belediyeyle olan iş bağlantısı nedeniyle şu anda partiden istifa edemem. Bu güne kadar ne kazandıysan onların sayesinde kazandım” sözleriyle tekrar konuya girdi Necati Bey. “Al benden de o kadar!” deyip, onu destekler gibiydi Hayri Bey. “Şakası bir yana, onlar sayesinde yeni bir iş alanı buldum. Dediğim gibi benimle olursanız orta doğunun en büyük viski fabrikasını birlikte kurarız diye düşü….” derken lafı ağzında kaldı ev sahibinin.

Bu kez ortalık duman altında kalmıştı. Öyle bir duman ki, neredeyse göz gözü görmeyecek kadar. Üstelik ağır bir is kokusu da vardı içinde. Katıklıydı yani… Sanki aramıza yukardan sönmüş, isli bir kütük düşmüştü. “Bu da neyin nesi böyle?” diye bağırdığını duydum Hayri Beyin. “Oğlum Çetin, pencereleri açıver çabuk” diye seslendi Necati Bey. Ardından Halis Beyin gülerek, “İşte bu hoş oldu! ‘Kurtlar dumanlı havayı sever!’ dediklerinin aslı varmış. Bizim kurtların işidir bu mutlaka!” demesi ortalığı yumuşatıverdi. Bir kahkahadır doldu ortalığa. Gecenin ilk içten kahkahasıydı bu.

Kurt deyince dışarısı geldi aklıma. Orada neler dönüyordu acaba? Aç kurtlar tarafından sarılmış bile olabilirdik; mangalın kokusu dağlara ulaşmıştı çoktan. Dumanla haberleşmenin yeni bir modeli olduğunu kimse yadsıyamazdı… Çetin de içerde olduğundan dışarıdaki gelişmelerden kimsenin haberi yoktu. Fırladım çıktım kapılardan ki, bir de ne göreyim? Tipi bir yandan var gücüyle ıslık çalıyor, diğer yandan bütün hiddetiyle sağa sola kar savuruyordu. Beyaz boğaların çılgınca güreştiği, tam bir kırçılı fırtınaydı gördüğüm. Yola düşmenin imkanı olmadığı gibi kapıdan bile çıkılmazdı. İçeriye dolan dumanın sebebi anlaşılıyordu…

İçeridekilere durumu açıklayınca “Olamaz, ne olursa olsun benim gitmem lazım! Geleceğimi söyledim evdekilere!” diyerek adeta çığlık attı Erdem Bey. Necati Beyin, “Sen de aç telefonu, fırtınadan dolayı gelemeyeceğini söyle!” önerisi üzerine, “Telefon etmem beni kurtarmaz!” demesin mi…

“Durum ciddi!…” demek geldi içimden. Necati Beyin, “İstersen birlikte çıkalım da bir deneyelim!” önerisiyle ayağa kalkan Erdem Beyin ardından ben de kalktım. Erdem Beyle birlikte gelen Hayri Beyde hiçbir hareket olmaması beni şaşırtmadı. Rahatına onun gibi düşkün birinin başka türlü davranması beklenmezdi zaten. Dışarıya çıktığımızda tipinin daha da arttığını fark ettim. Ağaçlar sökülecek gibiydi yerinden. Ortalık korku filmlerini aratmıyordu. Az sonra hayaletler de çıkacaktı besbelli. Bir kaç metre ilerimizdeki araçlar bile görünmüyordu; üzerleri tamamen karla örtülmüştü… Erdem Bey kapıdan dışarı iki adım atamadan fark etmişti durumu. “Çaresiz kalacağız!” diyerek dönüverdi içeriye…

***

Metin Beyle paylaştığımız odanın pencereleri doğuya bakıyordu. Uyanır uyanmaz dışarıyı dinledim, hiçbir şey duyulmuyordu. Kalktım, perdeyi az çektim. Güneş doğmuş bir adam boyu kadar yükselmiş, kıpkırmızı karşımdaydı. Kaldığımız yer ovaya göre biraz yüksekte olduğundan önümde, bembeyaz bir örtüden başka bir şey görünmüyordu. Tipi dinmiş, sırtlardaki karlar çukurlara dolmuştu. Böylece her yer dümdüz olmuş, her şey eşitlenmişti sanki. Bizden dökülen kurtlar da kar altında kalmıştı şüphesiz. Bütün pislikler alıp başını gitmişti geceden. Besbelli, biz de kötü bir rüya görmüştük… Benden başka uyanan yoktu henüz; gecenin yorgunluğu altında kalmıştı herkes. O anda mutlu muydum, değil miydim emin olamadım. Dünyanın bütün kahpeliklerinin kar altında kalmasını temenni ederek, “Bu sabahla birlikte yeni bir sayfa açılıyor önümüzde!” demek geçti içimden. Sonra da bu sayfaya neler yazılması gerektiğini düşündüm naçizane. “Günaydın Dünya!.. Size de ey insanlık! O gün bu gündür, uyanın artık!…” demek sizce de uygun düşmez miydi?

Celal Ulusoy 14 Mart 2022 Çayyolu ANKARA

İLK YORUMU SİZ YAZIN

Hoş Geldiniz

Üye değilmisiniz? Kayıt Ol!

Hemen Hesabını Oluştur

Zaten bir hesabın mı var? Giriş Yap!

Şifrenizi mi Unuttunuz

Kullanıcı adınızı yada e-posta adresinizi aşağıya girdikten sonra mail adresinize yeni şifreniz gönderilecektir.

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.