Bir vardır, bir yoktur. Vara yok denmez. Her komşunun sofrasında pilav yenmez. Kimi pilavı yapar lapa, kimi sinirlenir her lâfa. Kiminde de sen tokum deyip ağzını kapa. Ama varyemez diye..
Bir vardır, bir yoktur. Vara yok denmez. Her komşunun sofrasında pilav yenmez. Kimi pilavı yapar lapa, kimi sinirlenir her lâfa. Kiminde de sen tokum deyip ağzını kapa. Ama varyemez diye bir komşun varsa… Afra tafrayla çağırır sofraya da ne koyar ortaya?..
Varyemez denilenin malı çoktur da yemez. Bir herkesin dedikodusunu yapan gammaz bir de varyemez sevilmez. Ama varyemez varyemezi beğenir. Bir zamanlar ülkenin birinde zengin bir cimri varmış. Çoluğu çocuğu varlık ortasında yokluğu yaşarmış. Adamın kuşağındaymış bütün dolapların anahtarları. Dolaplarda reçeller, ballar, peynirler, yağlar… Sofrada kuru ekmek. Yok yok, adamın günahını almayalım. Adam sofraya ya peynir çömleğini, ya reçel kavanozunu ya da bal kabını getirirmiş. Çoluk çocuk ekmek lokmalarını kabın dışına sürer sürer yerlermiş. Bu yüzden evden erzak eksilmezmiş. Bir gün tarlada işe dalmış da öğle yemeğine gecikmiş. Saatine bakınca, ‘Eyvah,’ demiş, ‘ikindi olmuş.’ ‘Ekmek dışarda ama katık dolapta. Çocuklar katıksız ekmek yiyecekler.’ Koşa koşa tutmuş evin yolunu. Eve gelince ne görsün. Evde kim varsa peynirlerin, yağların bulunduğu dolabın önünde. Ekmek lokmalarını dolabın kapağına sürüp sürüp yemiyorlar mı? Ev halkı katıksız kalmadı diye hem sevinmiş, hem de bir öğünde hem zeytin, hem peynir hem yağ yenir mi? diye kızmış. O öfkeyle bağırmış: “Bir gün de katıksız yiyin ekmeğinizi, ne olur sanki ölür müsünüz?” O kızgınlıkla yaşadığı memleketi dolaşıp, kendisinden daha idareli yaşayan bir varyemez var mı öğrenmek istemiş. Düşmüş yola. O şehir senin, bu şehir benim… Derken bir gölün başına gelmiş. Ne görsün, gölde bir adam, boğuldu boğulacak. Çevresindekiler habire, “Ver elini de çekelim seni. Hadi ver elini…” diyorlar ama nafile, adam uzatmıyor elini. Bu gidişle ölecek de vermeyecek elini… Bizim varyemez hemen anlamış sorunu. Hiç sevmezmiş kendisi de ‘Ver‘ sözünü. Yaklaşmış göle. Uzatmış elini, “Al kardeş elimi,” diye bağırmış. O bağırır bağırmaz adam eline yapışmış. Çevreden de yardım etmişler, adamı kurtarmışlar.
Sözü uzatmayalım, ‘Ver‘ sözünü ölecekken bile dinlemeyen adam ile bizim varyemez, oradan buradan konuşup anlaşmışlar. Bizim varyemez, gölden kurtarılan adamın elini öpmüş. “Siz bizim ustamızsınız,” demiş. “Nasıl yaşıyorsanız öğretin bana.” Öteki, “Beni kurtarmasan öğretmezdim,” demiş, “ama canımı borçluyum sana.” Sonra ekmeklerini alıp çıkmışlar yola. Usta varyemez bir peynirciye girmiş önce. Boy boy, cins cins peynirler, beyazı, kaşarı. “Aman usta,” demiş bizimki, “bu peynirlerin kokusu bile baştan çıkarır adamı.” “Sus hele, seyret,” demiş öteki, sormuş sonra, “nasıl peynirlerin kalitesi, tadı usta?..” Dükkân sahibi koşmuş hemen. Elinde bıçak, “Tattırayım mı,” demiş. “Çok nefis… Tereyağı gibi eriyor ağızda. Hepsi sanki tereyağı!” Adam bu söze yanıt olarak, “Tereyağı diye övdüğüne göre, tereyağı peynirden üstün,” demiş. “Gel tereyağcıya gidelim.”
Tereyağcı koşarak karşılamış bu müşterileri. Hemen sormuş bu kez bizimki, “Usta ne yağların var? Nasıl tadı, kokusu? Benim yaşımdakiler yerse dokunur mu?” Adam başlamış saymaya. “Efendim halis Urfa tereyağım var, sonra tuzlu Trabzon. Çiğ kaymak var, kuru kaymak Afyon. Çeşit çok, isterseniz tadın. Ama hepsi zeytinyağı gibi şifalı, lezzetli, sağlığa yararlı bana inanın.” Bu kez iki cimri bakmışlar birbirlerine, bir ağızdan demişler ki: “İşte… Zeytinyağı tereyağından daha değerli demek ki.” Ve haydi tutmuşlar zeytinyağcının dükkânının yolunu.
Zeytinyağcı çevresinde tenekeler, testiler oturuyormuş. Dükkânına girenin şehrin varyemez zengini olduğunu görünce afallamış. Hele onu yanında biriyle görünce… Yine de ayağa fırlamış. Ne olur ne olmaz, ne kadarcık satsa kâr. “Buyrun beyler,” demiş, “Edremit, Ayvalık, Hatay… İtalyan, Yunan çeşidi var zeytinyağlarının. Yerli, yabancı. Sızma, taze sıkma, rivyera, natürel, doğal, baharatlı. Yemeklik, kahvaltılık… Hangisinden arzu edersiniz?”
Bakmış iki varyemez birbirine, sonra bir ağızdan sormuşlar nerdeyse, “Nasıl zeytinyağların? Özellikle saf mı, kalitesine güvenilir mi?” Adam hemen basmış garantiyi: “Pınar suyu nasıl safsa öyle saf benim yağlarım. Kaynak suyu gibi duru… Bakın…” Ama sözünü tamamlamasına fırsat bırakmamış varyemezler adamın: “Pınar suyu gibi mi?” demişler hemen. Adam bir solukta, “Aynen,” demiş. Demiş ama bizimkiler dinlemeden onu, ellerinde ekmekleri, tutmuşlar pınarın yolunu.
“Pınar suyu bedava katık,” demiş birincisi. İkincisi: “Hem de bütün katıklardan kaliteli.” Onlar böyle saklamışlar paralarını. Ama sağlıklarını korumuşlar mı?..
Har vurup harman savurmak, müsriflik elbet doğru değil. Ama bunca tutumluluk tutumluluk değil cimrilik. O da komik.
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.