Bir zamanlar güzel mi güzel bir ülke ve bu ülkeyi yöneten bir padişah vardı. Padişahın birbirinden güzel on iki kızı olmuştu. Bir yılın on iki ayı gibi bunların da güzellikleri..
Bir zamanlar güzel mi güzel bir ülke ve bu ülkeyi yöneten bir padişah vardı. Padişahın birbirinden güzel on iki kızı olmuştu. Bir yılın on iki ayı gibi bunların da güzellikleri birbirinden ayırt edilemezdi. Kimisi kar manzarası gibi duru, beyaz, kimi ilkbaharın uyanışı gibi canlı, kimi de insanın içini ısıtan yaz güneşi gibi sıcaktı. Ülke de, ülkedekiler de mutluydu mutlu olmasına ama padişahın bir derdi vardı.
Saray halkı ne yaptıysa çare bulamamıştı. Padişah, on iki güzel kızına her gün bir ayakkabı almak zorundaydı. Çünkü kızların sabahleyin giydikleri yepyeni ayakkabılar ertesi gün kırk yıl giyilmiş gibi eskiyerek paramparça olurdu. Padişah babaları, her gece parçalanan ayakkabıları yenilerdi. Sonunda sarayın ayakkabıcısı, kızlara ayakkabı yapmaya yetişemez oldu. Bunun üzerine kentteki bütün ayakkabıcılar kızlara ayakkabı yetiştirmek için çalışmaya başladı. Padişah kızlarına ayakkabı almaktan bıkmıyordu ama bir gece içinde nasıl eskittiklerini de merak etti.
Sabahleyin ayağına giydiği yepyeni ayakkabıyı, bir anda, insan nasıl ve nerede eskitirdi? Padişah bunları düşünmekten yoruldu. Saraydakiler de kızları izlemeye aldılar ama nerelere gidip neler yaptıklarını bir türlü bulamadılar. Gece gündüz kızların oda kapılarının önünde nöbet tuttular ama kızlardan biri bile adımını dışarı atmadı. Bu durum padişahı da çok meraklandırmıştı.
Bütün ülkeye haber saldı. Kızların sırrını çözene her istediğini vereceğini, çözemeyenlerin kellesinin gideceğini dört bir yana duyurdu.
Duyan da duymayan da saraya doluştu. Gelenlere kızların odalarının yanında bir oda hazırlandı. Olayı çözmeye gelenler sırayla bu odaya alınıyordu. Gece olunca kızlar onları beklemeye gelenlere bir bardak şerbet gönderip iyi geceler diliyorlardı. Şerbet içen derin bir uykuya dalıyor, sabahleyin de kellesi gidiyordu. Siz deyin yüz, ben diyeyim beş yüz delikanlı bu uğurda ölüp gitti. Ülkede bu sırrı çözecek ne gönüllü kaldı, ne de kızlarda gönlü olan.
Günler, geceler birbirini kovaladı. Ayakkabıcılar kızlara ayakkabı yetiştirmeyi sürdürdü. O sırada savaştan yeni dönen bir askerin yolu, bu kente düştü. Çeşmenin başında matarasına su doldururken gözü yaşlı bir anayla karşılaştı.
–Neyin var, neden ağlıyorsun anacık? diye sordu. Yaşlı kadın:
–Ben ağlamayayım da kimler ağlasın! diyerek kentte olup biteni bir bir anlattı. Padişahın kızlarının sırrını çözme uğruna üç oğlunu yitirdiğini söyledi. Asker, kadının durumuna çok üzüldü:
–Sen dert etme anacık, dedi. Ben bu sırrı çözerim.
Yaşlı kadın, askeri caydırmaya kalktıysa da başaramadı. Kadın ne dediyse onu dinlemeyip yola düştü. Sabaha karşı saraya vardı. Tam sarayın kapısından içeri girecekken karşısına ak sakallı bir ihtiyar çıktı. Bu Hızır‘dan başkası değildi. Askere bir süngerle bir saat verdi. Kızların vereceği şerbeti içmeyip süngere dökmesini söyledi. Saate bakınca da kendisinin etrafını görebileceğini, başkalarınınsa onu göremeyeceklerini anlattı. Askere başarılar dileyerek geldiği gibi ortadan kayboldu.
Asker içeri girip neden geldiğini padişaha söyledi. Padişah sevinerek kızların yanındaki odayı hazırlattı hemen. O günün akşamı, gece karanlığı çöküp uyuma vakti geldiğinde, kızların en küçüğü askere şerbeti getirdi. Asker şerbeti içer gibi yapıp koynundaki süngere döktü. Boşalan bardağı kıza verdikten sonra çok uykusu gelmiş gibi yatağa attı kendini. Küçük kız, sevinçle ablalarının yanına gitti. Hep birlikte hazırlandılar. Asker de yataktan kalkıp sessizce arkalarına takıldı. Elindeki saate bakınca görünmez olmuştu. Kızlar onu görmüyorlardı. Askerse onların ne yaptığını görüyordu. Büyük kız, odanın tabanına üç kez vurunca büyük bir dehliz ortaya çıktı. Merdivenlerden aşağı inmeye başladılar. Delikanlı da peşlerinde. Merdivenler onları görülmemiş güzellikte bir bahçeye indirmişti. Her tarafı birbirinden güzel çiçeklerle süslü bahçenin sonunda iki yanı ağaçlıklı bir yol vardı. Ağaçların yaprakları altından, meyveleri türlü türlü parlak mücevherdendi. Delikanlı, sezdirmeden yapraklarla meyvelerden koparıp ceplerine doldurdu. Ağaçların bittiği yerde bir dere vardı. Derede bekleyen kayıklarla kızlar karşı kıyıya geçtiler. Orada birbirinden yakışıklı on iki delikanlıyla buluştular. Sabaha kadar gezip tozdular, çalıp söyleyerek eğlendiler. Sabah olunca sevgilileriyle vedalaşıp aynı yoldan odalarına döndüler.
Kızların sırrını çözen delikanlı, cebindeki altın yapraklarla mücevherlerden meyveleri padişaha göstererek durumu anlattı. Padişah, delikanlıya:
–Dile benden ne dilersin? dedi. Kızlarımdan hangisini istersen al. Ben de verdiğim sözü tutmuş olayım.
Delikanlı:
–Padişahım, sevenleri birleştirmenizi dilerim! diye yanıt verdi.
Padişah, delikanlının bu isteğini yerine getirerek kızlarını sevdikleri delikanlılarla evlendirdi. Askeri de yanına danışman olarak aldı. Böylece ülke halkıyla birlikte mutlu bir ömür sürdüler.
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.