Dede Korkut’un Torunu: Orhan Şaik Gökyay

Adı, Hüseyin Vehbi. Kurtuluş Savaşı sıralarında, Hamdullah Suphi’nin (Tanrıöver) Milli Eğitim Bakanlığı döneminde öğrencilerden Türk adı almaları istenmiş, o da Orhan adını almış. Şaik adını da çok sevdiği bir arkadaşından..

Dede Korkut’un Torunu: Orhan Şaik Gökyay
Yayınlanma: Güncelleme: 82 okuma

Adı, Hüseyin Vehbi. Kurtuluş Savaşı sıralarında, Hamdullah Suphi’nin (Tanrıöver) Milli Eğitim Bakanlığı döneminde öğrencilerden Türk adı almaları istenmiş, o da Orhan adını almış. Şaik adını da çok sevdiği bir arkadaşından alıp mahkeme kararıyla nüfusuna geçirtmiş.

Yoksul öğrencilik yılları… “İstiklal Savaşı’nın içinden geldik,” diyor. Ailesine yardım amacıyla Kastamonu’da memurluklar. Ankara Darülmuallimîn’inin (öğretmen okulu) son sınıfına yazılış, orayı bitirince Giresun’un Piraziz nahiyesinde, Samsun’da, Balıkesir’de öğretmenlikler (1922-1924). Şiirle giriyor edebiyata. Romantik duygularla dolu, aruzla kaleme alınmış dizeler. Kastamonu’da yayımlanan Açıksöz gazetesinde, İzmir’e Doğru’da ve Balıkesir’de arkadaşlarıyla birlikte çıkardığı Çağlayan dergisinde (1925-1926, 15 sayı) yayımlıyor bunları.

Herkesin hayatının her tarafı enteresandır. Ya da hiçbir yeri enteresan değildir. Bizim enteresan saydığımız taraflar, belki hayatın bazı köşelerine serpilmiş olan hatıralardır. Onlar da insanın hayatını çerçeveler bir bakıma. Anlatmaya değer veya değmez.”

1927’de İstanbul Darülfünunu (Üniversitesi) Edebiyat Fakültesi (Yüksek Öğretmen Okulu)

öğrencisi… Hocası, Fuat Köprülü. Fakülteye girmek için “mülakat“a gelen dört öğrenciye, “Hangi yabancı dili biliyorsunuz?” diye soruyor. İkisi Fransızca, diyor, biri İngilizce: “Ben hiçbir yabancı dili bilmiyordum. Sanırım hiçbirimiz bilmiyorduk. Ama, bilmiyorum dersem okula almazlar korkusuyla, ‘Almanca’ dedim. Bu yalan, sonradan çok işime yaradı. İki ay sonra Köprülü, Almanca ağır bir makale verdi. Bir fıkıh makalesi. Türkçeye çevirmemi istedi. Onu çözmek için sözlükler yetmedi. Almanca bilen tanıdıklara, hocalara da giderek söktüm. İki ay sonra bir makale daha… Almancam, Köprülü’den başlar.”

Yazarlığı da o sıra başlıyor: “Bize verdiği, ‘Şu kitabı oku, şu dergiyi incele, şu kaynağı tara’ gibi ödevler, bizim için bir stajdı. Ama, hiçbir övünmeye yer bırakmadan söyleyim, biz üzerimize aldığımız işi hakkıyla yapmaya çalışıyorduk.” Sonradan Köprülü, o dönemdeki öğrencileri (Orhan Şaik, Pertev Naili, Nihal Atsız, Ziya Karamuk) kadar yetenekli ve çalışkanına rastlamadığını söyleyecek…

Köprülü’nün yanı sıra, öğrenme tutkusunu yönlendiren, bugün de saygıyla andığı kişiler var: Farsça profesörü Ferit Kam, Beyazıt Kütüphanesi hafız-ı kütübü (müdürü) İsmail Saip Sencer, vb. “Köprülü, bana Arapçadan bir tez verdi. Konusu, Cahiliye devrinde bir Arap şairinin divanı. İsmail Saip Beye giderdim. Kucağında kedileri… Adları Hamra, Semra, Hümeyra… O tek başına bir kütüphane, görülmedik bir hafızaydı. ‘Şu kitabı çek, falanca sayfayı aç’ derdi, aradığımı orada bulurdum.”

Ve Almanya’dan gelen Doğubilimcilerle (Wittek, Ritter, Duda) ilişkiler. İki tarafın da çok şeyler öğrendiği, gerçekten yararlı ortak çalışmalar. “Wittek’e Peçevi Tarihi’ni okuttum. Orada benim bilmediğim ne kadar Latince, Yunanca kelime geçiyorsa ondan öğrendim. Bir eser nasıl okunur, çalışma nasıl olur, öğrendim.”

Orhan Şaik Gökyay01

Fakülte bitince, 1931’de, öğretmenliğe dönüyor. İki büyük tutkusundan biri, öğretmenlik. Divan şiirini sevdirmiş öğrencilerine! “Dersi kaynatmak için” şiir okunmasını isteyen öğrenci bile, sonradan Yahya Kemal tutkunu olup çıkmış…

Orhan Şaik Gökyay 1902’de İnebolu’da doğdu. İstanbul’da Edebiyat Fakültesi Edebiyat Bölümü’ndeki öğreniminin ardından, birçok lisede öğretmenlik, Ankara Devlet Konservatuvarı’nda müdürlük (1941-44), Londra’da öğrenci müfettişliği (1951-54), Londra Üniversitesi’nde okutmanlık (1959-62) yaptı. Bu görevleri dışında yaşamı hep öğretmenlikle geçti. Emekli olduktan sonra öğretmenliğini sürdürdü. Dedem Korkut’un Kitabı (1973) ile Kâtip Çelebi’nin kitapları başta olmak üzere birçok kültür yapıtını inceleyen ve günümüz Türkçesine aktaran Gökyay, eleştirilerini Destursuz Bağa Girenler (1982) adlı kitabında topladı. Dergilerde çok sayıda inceleme ve makalesi ile bilimsel kongreler için hazırladığı bildirileri yayımlandı. Çalışmalarıyla dünya bilim çevrelerinde saygın bir yer edindi. Orhan Şaik Gökyay’ı 1994’te yitirdik.

Orhan Şaik Gökyay, 1967’de, Eğitim Enstitüsü öğretmenliğinden “yaş haddi” gerekçesiyle emekliye ayrılır. Ama öğrencilerinden ve derslerden ayrılmak istemediğinden, Bakanlığa dilekçe vererek, ek ücret almaksızın derslerini sürdürmesine izin verilmesini ister. Üç yıl daha kalır. 1983’te Marmara Üniversitesi’nde görev alır. Şimdi, Mimar Sinan Üniversitesi’nde…

Kendisinden yardım isteyen doktora öğrencilerine, araştırmacılara da tam bir özveriyle yardımlarda bulunuyor: “Ben, vakıf’ım,” diyor:

Bir çocuk, şimdi doçent oldu, on ay geldi. Bazan haftada iki gün… Sabah onda geldi, akşamın altısında gitti. Bir gün, ‘Ücreti konuşmadık’ dedim. Kızardı. ‘Tabii hocam’ dedi, ‘siz ne münasip görürseniz.’ ‘Benim münasip gördüğüm ücreti verebilecek misin?’ dedim. ‘Vermeye çalışırım’ dedi. ‘On aydır seninle meşgulüm’ dedim, ‘yarın sen profesör olacaksın, doktora tezi vereceksin. Öğrencilerinle, benim seninle ilgilendiğim gibi ilgileneceksin. Ücret bu.’ Doğrusu da bu!”

Hoca, “Ben niye bu işleri yapıyorum?” diye soruyor ve ekliyor: “Onu bir psikolog bilir. Ama, bildiğim kadarıyla, ben bir hizmet yapıyorum. Zevk aldığım muhakkak. Yanlış yapıyorlar diye değil, bir şeyler öğreniyorlar diye zevk alıyorum.”

Yanlışlar… Ah o yanlışlar… Orhan Şaik Gökyay’ın “bir Osmanlıca doçentine en koyu Osmanlıcayla verilmiş nefis bir yanıt” olan Dûçent-nâme’yi ve Destursuz Bağa Girenler başlıklı zehir zemberek eleştiri kitabını yazmasına, “iğneleyici, azarlayıcı” bir üslup kullandığı kanısının yaygınlaşmasına yol açan yanlışlar… 1984’te ABD’de yayımlanan iki ciltlik Orhan Şaik Gökyay Armağanı’nın kapağında Hocanın adı “tuğra” biçiminde yazılmıştı da, Mete Tunçay, “Osmanlı padişah tuğralarında ‘el-muzaffer daima’ (her zaman zafer kazanır) denir. Hoca için de ‘el-muhacim daima’ (her zaman hücum eder) yazılmalıydı!” deyivermişti…

Orhan Şaik Gökyay02

Evet,” diyor Hoca, “benim dilim sivridir. Ama neden bu birbirinden beter yanlışları yaparlar? Bir: Bana bile bile kötülük etmeye kalkmışlardır. Londra’daydım. Türk Dili dergisinde, Dede Korkut’la ilgili bir yazı: ‘Orhan Şaik neşrinin artık hiçbir ilmî kıymeti kalmamıştır.’ Ben notlarımı bunu yazan doçente vermiştim. Geri istediğimde, ‘Nereye koyduğumu bulamıyorum’ dedi. Cahit Öztelli buldu: ‘Orhan Şaik’in geri vermediği notları, onun kitabındadır,’ dedi. Bunları, kendi kitabını bastırmak için yapıyor… İki: Seni, beni hiçe sayıyor. Yani yanlış yapıyor, yanlış olduğunu belki bilmiyor (ama o yanlış bana koyuyor), ya da ‘bu adam, bu yanlışın farkına varmaz’ diyor.”

Yanlışlar karşısındaki titizliğini, geçmiş yüzyılların bilim ve edebiyat yapıtlarını inceler, bugünkü dile aktarırken de gösterir. Konuyla ilgili her ayrıntıyı bir bir ele alır. Bu alandaki çalışmalarının en önemli verimi, Dedem Korkut’un Kitabı’dır. 1100 sayfayı aşkın bu çalışmanın yayımlanmasından sonra bilim çevreleri Gökyay’ı “Dede Korkut’un Torunu” diye tanımlar olmuşlar. Azerbaycanlı bilim adamı Cemşidov, bu kitabı “Dede Korkut Kitabhanesi” olarak nitelemiş… Hoca, alçakgönüllülükle, “Çalışmaya başlamışsam,” diyor, “aklıma yemek gelmez, kahve gelmez, dinlenmek gelmez. Dedem Korkut, İngiltere’nin ürünüdür bir bakıma. Orada üniversite kütüphanesinden bana yarayacak altmış yetmiş kitabı eve taşıdım, kimse bir şey demedi. Yalnız olduğum için, geceleri üç buçuğa kadar çalıştım. En rahat çalışmam orada oldu.”

Hasan Âli Yücel, klasikleri çevirtirken, Savaş ve Barış’ı cezaevindeki Nâzım Hikmet’e, Mercimek Ahmed’in Kabusnâme’sini de “Irkçılık” davasından tutuklu olan (“Hayatımın o dönemini sözkonusu yapmıyoruz. Sevimsiz bir konu.”) Orhan Şaik’e gönderir. Bu, Yücel’in sağ-sol ayrımı yapmadan klasikleri “ehline” çevirtme yolundaki titizliğinin bir sonucudur. Irkçılık davası sanıkları için görüş yasağı uygulanmaktadır: “Bir adam geldi, ‘Hasan Âli Bey’in selamları, hürmetleri var. Kabusnâme’yi hazırlamanızı istiyor sizden’ dedi. Birinci cildi ihtilattan memnu odada, lûgatsız, başka bir yardım olmadan hazırlamışımdır.”

Bu noktada, eski metinleri yeniden yayımlarken nelere dikkat etmek gerektiği konusuna, oradan da “dil” sorununa geliyoruz:

Bir kere kullandığın dil, kendi dilin olacak. Benim Türkçem, halkın Türkçesidir. Kastamonu’da halkın arasında yetiştim. Cuma (tatil) günleri mahalle kahvesine gider, iskambil, tavla oynardım. Çocuklara da söylüyorum: Erkekler, kahveye, halkın toplantılarına gidin, onlarla düşüp kalkın. Kızlar, siz mevlide, düğüne, nişana, nikâha gidin! Onlardan öğreneceksiniz. Halk zengin kullanıyor Türkçeyi!”

Orhan Şaik Gökyay, hece ölçüsü ve halk diliyle, halk ozanları yolunda şiirler de yazdı. Bunlardan bir bölüğü, okul kitaplarında gördüğümüz, birçoğumuza belletilen “Bu Vatan Kimin?” başlıklı şiir gibi, “hamasî”dir, kahramanlıklardan söz eder. Çoktandır şiir yazmıyor. Şimdi Dedem Korkut’un Kitabı’nın yeni baskısını, Kâtip Çelebi’nin

Fezleke’sini ve Evliya Çelebi Seyahatname’sini hazırlıyor. Bunca çalışkan bir kişi, yazmaktan, araştırmaktan, öğretmekten başka bir şeyden hoşlanır mı, diye düşünülebilir. O, bir de yürümekten ve gezilere çıkmaktan hoşlanmış. Samsun’da öğretmenliği sırasında, bir arkadaşıyla Samsun-Kavak-Havza-Vezirköprü-Bafra-Samsun arasında bir hafta süren bir yürüyüşe çıkıvermiş…

İLK YORUMU SİZ YAZIN

Hoş Geldiniz

Üye değilmisiniz? Kayıt Ol!

Hemen Hesabını Oluştur

Zaten bir hesabın mı var? Giriş Yap!

Şifrenizi mi Unuttunuz

Kullanıcı adınızı yada e-posta adresinizi aşağıya girdikten sonra mail adresinize yeni şifreniz gönderilecektir.

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.