Bir Aforizma üzerine

‘”Yıllar süren çalışmalarının sonunda bilgisizligini, bilginin geniş katmanları arasında saklamayı başardı” demiş Stanislaw Lec bir aforizmasında. Neden söylenir aforizma? Ayrıcalığı nedir onun?.  Şimdilerde, özleyiş gibi anlıyoruz bu sözcüğü. Oysa sınır,..

Bir Aforizma üzerine
Yayınlanma: Güncelleme: 123 okuma

‘”Yıllar süren çalışmalarının sonunda bilgisizligini, bilginin geniş katmanları arasında saklamayı başardı” demiş Stanislaw Lec bir aforizmasında. Neden söylenir aforizma? Ayrıcalığı nedir onun?.

 Şimdilerde, özleyiş gibi anlıyoruz bu sözcüğü. Oysa sınır, öte gibi anlam taşıyan ögeler var yapısında. Sınırın dışına çıkan-çıkarılan bir şeyi tanımlıyor gibi. Orta çağ Avrupasındaki aforizma sözcüğü ile bugünkü arasında çokça anlam kayması var ; ancak köken aynı. Aforizma dili, eski Lakonyalıların konuştuğundan farklı; onlar da az sözcükle en çoğu anlatan bir dili yeğlemişler; ne var ki sözcükleri aşma çabaları pek olmamış.

Deneme türünden yazılar içeren kitabın kapak adına benzer aforizma; ama bunun, içindeki yazıların ironisini hissettiren bir ad olması koşuluyla. Aforizmacı, sözcüklerinin içine gömülü ironiyi bizim keşfetmemizi ister. Karşılığında,  elde edeceğimiz şeyin    keşfin, keyfini yaşamamız olduğunu bilir. İronisini hemen önümüze sermemesinin nedeni ondandır. Stanistaw Lec  aforizmasında, bir çabadan bahsediyor.  Bilgisizliği, bilgi ile gizlemeyi hedeflemiş kişi  (anti-kahraman, ya da sözde kahraman diyelim ona),eylemin öznesi. Alçakgönüllü olduğundan mı sürdürmüş bunu?. Yoksa, ilkelin gelişmişe olan ürküntüsü, türünden bir saplantısı  var da, ondan mı yapıyor bunu bilinmez.

Ancak, bir görüntü dikkat çekiyor. Kişi bilgisizliğini, kendi bilgileri arasına değil de, başka yerden devşirilenler arasına saklama telaşında olmuş hep. O bilgilerin üretimine, katkısı olmamış belli ki. Gerektiğinde övünerek çıkaracaktır,  içine bilgisizlik gizlenmiş bu bilgileri, belki de.. Az mıdır böyleleri, çevremizde?

Tanımıyor muyuz onları? Ama bir de şöyle sormamız gerekir : Bilgide, bilgisizliğin payı yok mudur hiç? Bilgisizce adımlar atmasaydık bilgiye nasıl erişirdik? Peki, bilgisizliğin bir yerlerde saklanması gerekseydi, onu nereye gizlemek iyi olurdu? Bilgi içine mi? yoksa bilgisizlik içine mi? Bilgi çoğalırken zaten içindeki bilgisizliği yok etmeyecek midir? Engel midir bilginin gelişmesine bilgisizlik?

Ya, bilgisizliğin içine sokulsydı da, bu kez onu artırsaydı bilgisizlik. Daha mı iyi olurdu?.

Bugün sıkça yapılmıyor mu  bu?

En doğrusu, aforizma okuyucusunun yargısına bırakalım bu soruların cevabını; davam edelim biz yolumuza. Ama bu kez, diyalektiktiğin Sokratvari sorgulama yolundan değil de, maddeci olanından gidelim. Bu yol bizi, bilgi ve bilgisizlik dediğimiz karşı uçların  beraberliğini aramaya götürür. Birini düşünürken diğerini de gözetmemiz gerektiğini anlarız o zaman. Çünkü, biri olmadan diğerini çözmenin olanaksız olduğunu biliriz, bu yöntemde.

Düşünmenin devinmeye başlaması olduğuna göre diyalektik; doğru yoldayız demektir. Diyalektik düşünmeyi her daim el altında bulundurmalıyız, o nedenle. Bilgi ile bilgisizlik arasındaki diyalektik ilişki, kuantum mekaniğinin dolanıklık ilişkisindeki elektronların davranışını andırır. Eksenleri aksi yönde olsa da, birbirin diğerini etkilemesi olgusunun, aradaki zaman ve mesafeden bağımsız olmasıdır bu davranış.; onların, aynı bütünün parçaları  olduğu gerçeğini kabule zorlar bu bizi.

İnsan beynini, kuantum bilgisayarı gibi düşünelim bir an. Iki bilgisayar var diyelim. Biri bozuk. istediğiniz bilgiyi üretemiyor. Ya da bilgi yerine,  bilgisizlik üretiyor. Anti-nereye benzeterek, anti-bilgi gibi bir şey diyelim ona. Bilgisayarı üreten biziz; nesnelliğini, ayrıntılarını, biliyoruz ve gerekli onarımı yapıp, tekrar bilgi üretmeye döndürebiliriz onu.

Ancak, şimdilik insanda böylesi onarım olanaksız, ne yazık ki.

  Bilgiye doğru evrilmenin tek yolu var şimdilik. Bu evrilmenin önünde engel varsa aşmak, ya da, onu hiç oluşturmamak  .

Nesnel düşünmenin  önündeki bu engele, “inanç” diyoruz(dinsel inacı bu kavramdan dışta tutarak ifade ediyorum). Nesnel kanıt olmadan bir şeyi doğru kabul etmek yada nesnel kanıt olduğu halde etmemekdir inanç. Diyalektik dediğimiz düşünce devinimini durdurur inanç. Bilginin bilgisizlik yönüne dönüşümün yolu açılır böylece.

Kuantum bilgisayarımız (bilimciler insan beyninin kimi özelliklerini bu alete taşımak istediklerinden, dedim bunu),  bozuktur artık. Yanlış bilgi üretecektir . Bize yararlı bilgiyi değil bizi aldatan bilgiyi verecektir o artık. Farketmediğiniz sürece de devam edecektir bu iş. İnsanda düşünce deviniminin durması da buna benzemez mi? Bilgilenmenin değil  de, bilgisizlenmenin incelenmesi için bir bilim dalı bile var şimdilerde. Agnotoloji. Ancak bu bilim dalında uğraşanlar, aldanmaya değil de aldatmaya bakıyorlar hep nedense. Yolu yöntemi nedir aldatmanın . Araştırılan hep bu. Bilgisayarın kendinde değil, dışında arıyorlar arıza nedenini.

Aldatmanın, olağan kabul edildiği bir dönemi yaşadığımıza göre, pek de kötü seçim değil Agnotologların araştırdıkları alan. Sonuçlardan faydalananlar olacaktır kuşkusuz. Popüler kültür de  zenginleşecektir böylece. Sanal gerçeklik kavramını nasıl hemen severek benimsedik. Aldatılmaya hazır hale nasıl getirildik? Aydınlanmanın ilkelerini, “genellemeler” değil ancak “bizim gerçeklerimiz önemlidir” diyerek yaşantımızdan nasıl silip attık.

Bu durumda aldatılanın  gizemini çözme Agnotoglara değil de sinirbilimcilere kalacak gibi. Çünkü “insan-bilgisayar”ın onarımı, “kuantum-bilgisayar”dan zor. Sürecin biyolojisi çok karmaşık. Ama Nörobiyologlara güvenelim derim. Onlar aldanmanın nesnel temellerini ve bağlantılarını aramaya çoktan başladılar; bozukluğun onarımını da bulacaklar; hiç kuşkunuz olmasın.

Büyük Felsefeci Hüseyin Batuhan (felsefeyi hemen yakınımıza getirdiği için büyük diyorum ona) aldatılmaya, aldatılanın taşıdığı” inanç patolojisi“nin neden olduğunu söyler, sonra da bu patolojinin nedenini açıklardı “Bilim ve Şarlatanlık” adlı kitabında. Tanı yöntemini de şöyle önerirdi hoca: Bir topluluğa, “köyün birinde bir bebek dünyaya gelmis ve doğar doğmaz da konuşmaya başlamış” deyin. Hangi köyde?, Ne söylemiş türünden soru soranlar, inanç patolojisine sahiptirler. Aldatılmaya hazırdırlar. Şarlatanların çalışma alanı onlardır.

Peki de susup, pusuda kalanlara ne diyeceğiz. İçlerine kuşku düşüp de dışarı vurmuyorlarsa?. Hemen kendilerini ele vermiyorlarsa üstelik de çoğunluğu oluşturuyorlarsa? Beklemekten başka çare yok onların tanısını koymak için. Ama, “aksi kanıtlanıncaya kadar herkes hastadır” önyargısıyla beklemede kalmak gerek o zaman. Anti-Bilgi için çabalayan anti- kahramanımıza dönüp, son bir kez bakalım. Ama bu sefer sofistike felsefe yolundan çıkıp, etik yazan patikaya dönelim.

Ona haksızlık mı yaptık acaba?

Ya bilginin değil de, bilgisizliğin erdemini içtenlikle savunan bir kişiyse ? Bilginin varlığına değil de, “bilgi yokluğu“na gerçekten inanıyorsa? Hakkı yok mu buna? Düşünce tarihinde yok mu bunun örnekleri?, türünden sorular tırmalayacaktır bizi o zaman.. O halde bilgisizliği hedefliyen inanç, ya da bilgiye yönelik inançsızlık olur mu diye sorgulamayalım onu bir kez daha. Belki de, bilgiye sevgisi vardır da, o nedenle çabalıyordur diyelim, anti kahramanımız için, iyimserce.

Çünkü, nereden bakarsak bakalım, “inanç”  giriyor araya ve de çözümsüzlüğü dayatıyor

İLK YORUMU SİZ YAZIN

Hoş Geldiniz

Üye değilmisiniz? Kayıt Ol!

Hemen Hesabını Oluştur

Zaten bir hesabın mı var? Giriş Yap!

Şifrenizi mi Unuttunuz

Kullanıcı adınızı yada e-posta adresinizi aşağıya girdikten sonra mail adresinize yeni şifreniz gönderilecektir.

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.