O’nun, iki kardeşi ile birlikte yurda getirildiği günü çok iyi hatırlıyorum. Gördüm diyemem, çünkü gelişini hiçbirimiz göremedik. Ancak, ortada olağanüstü bir durum olduğunu, başta Müdür baba olmak üzere, öğretmenlerimizin ve..
O’nun, iki kardeşi ile birlikte yurda getirildiği günü çok iyi hatırlıyorum. Gördüm diyemem, çünkü gelişini hiçbirimiz göremedik. Ancak, ortada olağanüstü bir durum olduğunu, başta Müdür baba olmak üzere, öğretmenlerimizin ve bakıcı annelerimizin telaşından anlamıştık. Sıcak bir yaz günüydü ve iki gün önce yaz kampından gelmiştik. Buna rağmen apar topar ilçe merkezindeki büyük parka, pikniğe götürdüler bizi. Kaçırılıyorduk adeta… Anladık ki, yeni gelenlerle karşılaşmamızı istemiyorlar.
Söylentiye göre yeni gelenler, annelerini ve babalarını bir kazada kaybetmiş üç kardeşti. Fakat tam olarak nasıl bir kaza geçirdiklerini, büyüklerin dışında kimse bilmiyordu. Bir süre ne görüşebildik ne de konuşabildik. Bulundukları yerden dışarı çıkmadıkları gibi, yemeklerini de orada yiyorlardı anlaşılan. Cüzzamlı gibi uzak tuttular bizden. Merak içinde, onlardan birazcık da olsa bilgi almak isterken, rahatsızlıkları nedeniyle üçünün de revirde kaldıklarını duyduk. Yoksa onlarda mı kaza geçirmişlerdi?
Yuvamız, ilk kez sır dolu bir tünele girmişti. Kendimizi masal kahramanlarının yerine koyup, sırların gizemli dünyasını oynamaya başladık. Alaca karanlık odalarda iyi annelerle kötü kadınların entrika ve dedikodularını dinler gibi yapıyor, falcı kadından yeni konuklarımızın falına bakmasını bekliyorduk. Böylece, korku ve heyecan karışımı, çocukça oyunların içinde az çok bazı ipuçlarına ulaştık…
Geldiklerinden beri psikolojik destek aldıklarını, yakında aramıza katılacaklarını söyledi bir öğretmenimiz. Bunu anlayabiliyorduk; zaman zaman bizimle de ilgilenen Psikolog abi onlara da moral vermeye çalışıyordu anlaşılan. Ama neden bizden gizleniyordu? Neden aramıza katılmıyorlardı? Bugüne kadar böyle anasını, babasını kaybeden; anası babası ayrılan pek çok çocuk gelmişti bu yurda; fakat hiç birisi böyle bir uygulamaya tabi tutulmamıştı bugüne kadar. Bir yandan, “Bu işte bir iş var, ama ne?” sorusu kafamda dolaşırken, diğer yandan da, “Nasıl olsa her şey yakında ortaya çıkar!” diyordum. Yine de merakımı yatıştıramıyordum. Yurtta, okulda; dışarda oyun oynarken bile, onları düşünür, onları arar olmuştum. Yediğim, içtiğim, soluduğum hava da onlar vardı. Eminim arkadaşlarım da aynı durumdaydı. Başka bir şey düşünemez olmuştuk.
İki hafta sonra iki koğuş arkadaşımla birlikte Müdür odasındaydık. Müdür baba önce bizi şöyle bir süzdükten sonra, bana bakarak, yeni gelen üç kardeşten en büyüğünün bundan böyle bizim koğuşta kalacağını söyledi. Henüz çocuk yaşta olmama rağmen, O’nu ilk kez bu kadar tedirgin ve düşünceli görüyordum. Gerçi hep telaşlı olurdu; eli ayağına dolanı dolanıverirdi ama bu kez farklı bir durum vardı sanki. Beş yıllık yurt tecrübemle, ortada ciddi bir sorun olduğunu anlayabiliyordum.
Adının Semih olduğunu öğrendiğimiz bu arkadaşımızın, yaşadığı olaylardan dolayı konuşma zorluğu çektiğini bir sır gibi açıklayınca anlaşılmıştı sorun. Müdür baba, “Güvendiğim için sizi seçtim çocuklar! Belli ki, arkadaşınız çok kötü günler geçirmiş(!) Üzerine fazla gitmeyin, fazla soru sormayın; ona zaman verin! Bırakın, o size gelsin! İki haftadır ne bana ne de psikoloğa tek bir şey söylemedi; ağzını bile açmadı, doğru dürüst bir şey de yemedi. O bir şey söylemeyince kardeşleri de sustu. Sanki kale kapısı olmuştu ağızları… Sabırla beklerseniz ve ona güven verirseniz belki size açılır! Göreyim sizi çocuklar; umarım benim yüzümü kara çıkarmazsınız!” sözleriyle sürdürdü konuşmasını.
Müdür babaya göre ona biraz şans tanımamız, yardımcı olmamız, onunla arkadaşlık yapmamız gerekiyordu. İyi de bizimle doğru dürüst konuşamayan, karşımızda yıkık duvar gibi duran biriyle nasıl arkadaşlık yapacaktık? Yanıtı hazırdı: “Sessizce!” Bu galiba yeni bir arkadaşlık türüydü. Bize biraz komik gelmişse de gülecek durumda değildik. Sessizce başımızı öne eğdik. Merak içinde, yeni arkadaşımızı beklemeye başladık. Aralarında yaş itibariyle en büyükleri ben olduğumdan, Müdür babanın tüm bu açıklamaları bana bakarak yapmasını yadırgamamıştım. Aksine, kendimle gurur bile duydum. Yurttaki uygulama böyleydi: Yeni gelen kardeşimiz yatakhanedekilerin yaşça en büyüğüne teslim edilir, bir bakıma ona zimmetlenirdi. Bu durumun yatakhanenin diğer üyelerinin da hazır bulunduğu bir ortamda açıklanması da adettendi.
Bu arada Müdür babanın zile bastığını, sonra da arkamıza düşen kapıdan Psikolog abinin eşliğinde yeni koğuş arkadaşımızın, hayalet gibi sessizce içeri girdiğini fark etmemiştik. Müdür babanın kapıya dönen bakışlarını izleyince kapının sağ tarafında, rehber öğretmenimizin yanında duran Semih’i gördük; ellerini önüne bağlamış yere bakıyordu. Ağır bir suç işleyip de, hakim karşısına çıkarılan sanık gibiydi. O kadar zavallı görünüyordu ki, saklanacak yer arıyor sanırdınız. Tanıştırılmamıza rağmen ne bize baktı ne de Müdür babaya. Muhtemelen O’nun tavsiyelerini de duymamıştı. Bir süre öylece durdu. O an aramızda olmadığı belliydi de, nerelerde dolaştığını tahmin etmekten bile acizdik.
Benim boylarda, hafif esmer, ince zayıf bir çocuktu. Belli ki, Orta Anadolu’nun kavruklarından biriydi o da… İçimden derin bir acıma duygusu geçti; onun yerinde olmadığıma sevinmek gelmedi içimden, ama içten içe şükretmedim de değil hani… Müdür babanın, “Hadi şimdi, yeni arkadaşınızı yatakhanenize götürün, yatağını dolabını gösterin, yeni durumuna alışmasına yardımcı olun çocuklar!” deyişiyle odadan birlikte çıkmamız gerektiğini anlamıştık.
Odamıza girmeden, “Bir sıkıntın olduğunda doğrudan bana gelmeyi unutma Semih!” dedi Psikolog abi, hafiften onun omuzuna dokunarak. Semih tepki vermeden önüne bakmaya devam etti. Bize dönerek de “Semih size emanet çocuklar, O artık sizin kardeşiniz! Tamam mı?” demeyi unutmadı. Sessizce başımızı onaylarcasına salladık. Böylece, büyük kaygı ve merak içinde girdik yatakhanemize.
Daha yatağını göstermeden “Ben Tuncer!” diyerek elimi uzattım Semih’e. Ne olduğunu tam anlayamamış gibi durdu bir an, sonra da utangaçlık ve ürkeklikle karışık bir tereddütle uzattı elini. Yüzüme hala bakmıyordu. Göz göze gelmeden diğer arkadaşlarımı da tanıttım, “Ahmet ve Volkan” diyerek. Sonra da yatağını ve dolabını gösterdim. Düşman görmüş gibi ters, ters şöyle bir baktı. İki de çalışma masamız vardı; ikişer ikişer ders çalışacaktık. Ben Semih’le paylaşacaktım masamı. Onun da benim gibi beşe gittiğini Müdür baba söylemişti…
Yataklarımızın üzerinde oturup bir süre onu izledik. Kolu kanadı kırılmış yaralı bir kuş gibi duruyordu karşımızda. Belli ki tedaviye ihtiyacı vardı; hem de çok acil. Oysa bizler de, birer yaralı çocuklardık. Büyükler tepişirken aralarında kalmış, kapanmayan yaralar, bereler edinmiştik. Onun yerine kendimizi koyduk. Bu durumun ne kadar zor olduğunu elbette biliyorduk; biz de geçmiştik bu törensel tanışma ve yerleşme faslından. Yeni bir ortam, yeni babalar, anneler, görevliler ve huyunu suyunu bilmediğiniz kardeşler. Ve de yalnızlık ve çaresizlik duygusu içinde geçireceğiniz onca yıl… Biz de pazar artığı zerzevat gibi ezik, büzük kalmıştık ortalıkta bir süre… Lakin onun kadar perişan olduğumuzu hatırlamıyordum.
Adeta göz hapsine almıştık onu. Hakkında hiçbir şey bilmediğimiz bu kardeşimizle nasıl bir geleceğimiz olacaktı? Her şeyden önce, buraya nasıl bir geçmişten geliyordu? Neler yaşamıştı ki, hayatla bu kadar sorunu vardı bu yaşta. Nasıl bir yükün altına girmişti de ezik büzük salçalık domatese çevirmişlerdi çocuğu. Ve niye bir kez olsun yüzümüze bakmıyordu. Niye göz göze gelmiyordu bizimle. Çocuk aklımızla bile bizden epeyce uzaklarda yaşadığını görüyorduk… Çaremiz yoktu; onu sarıp sarmalayıp kucaklayacaktık. Birbirimizin yaralarını gerekirse köpekler gibi yalayarak tedavi edecektik. Bizim ilacımız, yine bizlerdi. Yetiştirme yurtlarının temel kurallarından biriydi bu. Yoksa şu koca dünyada yok olur giderdik de kimseler duymaz, ağlayanımız bile olmazdı.
Beni düşündüren, ona nasıl yardımcı olabileceğimizdi. Aklımdan bunlar geçerken, eşyalarını hatırladım, herhalde daha önce kaldığı yatakhanede olmalıydı. “Semih, senin eşyaların nerede, gidip alalım mı?” deyince, kalktı, yürüdü kapıya doğru. Ben de peşinden… O ne kadar perişansa, ben de o kadar kırık dökük kalmıştım yanında. O zaman dank etti kafama: Ben bir hurdayla arkadaşlık edecek, onu insan haline getirecektim. Ben yapacaktım bunu ha? 12 yaşına yeni girmiş bir çocuk…? Olacak şey miydi bu? Olacaktı elbette!… Her birimiz birer “çocuk doktoru” değil miydik..? Her yurt bir kliniktir dememiş miydi büyüklerimiz? Öyleyse yaralar sarılacak, hastalar tedavi edilecekti. İşte o gün önemli bir karar aldım: ‘Benim biran önce büyümem gerekir!” dedim.
***
İkinci sınıftaki kardeşiyle birlikte, bizim okula kaydını yaptırmıştı Müdür baba. Bizim yatakhaneye gelişinin beşinci günü okula birlikte gittik. Onunla birlikte yurttan gelen beş kişi olmuştuk sınıfta. Sanırım okul müdürünün bilgisi dahilinde, bizi aynı sıraya oturttu öğretmenimiz. Ayrıca, Müdür babadan, onu yalnız bırakmama talimatı aldığımı da belirtmem gerekir.
Bize önyargılı yaklaşan sınıf arkadaşlarımın tepkilerinden dolayı tedirgindim. Tek güvencem öğretmenimizdi. Semih’i tanıttıktan sonra şunları söyledi: “Yeni arkadaşınızı da diğer arkadaşlarınız gibi sevip sayacağınızdan eminim çocuklar. Bunu yaptığınız takdirde önce benden sonra da herkesten aynı karşılığı almaya hakkınız olduğunu sakın unutmayın! Şimdi söyleyin bakalım! Bunu unutursanız ne olur çocuklar?”
“Toplum içinde saygınlığımız kalmaz!”
“Saygınlığınız kalmazsa ne olur?”
“Dışlanırız!” Bu kelimeyi ilk kez duymuyordum; çünkü öğretmenimizin sık sık tekrar ettiği sözcüklerden biriydi: Dışlanmak! Kapı dışarı edilmek gibi bir şey… Yani yalnızlaşmak… Çölde kuru bir diken gibi… Bizi tanımlayan en uygun kelime…
Semih, ilk iki ders, hiç sesini çıkarmadan oturdu yanımda. Teneffüse bile çıkmadı… Bakışlarını bir noktaya sabitlemiş öylece kaldı, arpacı kumrusu gibi. Sanki kendini karşı duvarın arkasına atmış, oralarda dolaşıyordu… Söylediklerime başını sallayarak yanıt vermeye çalışıyor, başkaca da bir tepki vermiyordu. Doğal olarak bütün sınıf da merakla Semih’e bakıyordu. Öğretmenimizin uyarısıyla ancak derse dönebiliyorlardı. Bu arada dersi dinlemediğini de anlamıştım zaten. Üçüncü dersin ortalarına doğru, benden bu kadar der gibi çantasıyla birlikte ayaklandı Semih. Gidiyordu… Öğretmenimiz dahil bütün sınıf sesini çıkarmadan, onun gidişini seyrettik bir süre, resmi geçit seyreder gibi. Peşinden ben de çıkmak zorundaydım… Takıldım peşine. Asıyorduk dersi; hem de meydan okur gibi…
Dışarı çıkınca “Semih, nereye gidiyorsun böyle? Dersin ortasında böyle çıkıp gitmek olmaz! Sıkıldıysan biraz hava alalım istersen! İki saat daha var ondan sonra yurda birlikte gideriz. Biraz daha sık dişini!” desem de, beni dinlemedi. Beni duyduğundan bile emin değildim. Kaçar gibi uzaklaşıyordu benden. Bastı gitti yurda doğru. Onun kuyruğu olmuştum artık; mecburen onu takip ettim. Kan ter içinde, öylece yurda vardık.
Birlikte, bahçedeki bir bankta otururken, Psikolog abi geldi yanımıza. Durumu anlamıştı. Bana, “Sen bizi biraz yalnız bırakır mısın Tuncer?” deyince yanlarından ayrıldım. “Neyi var bu çocuğun? Neden hiç konuşmuyor?” diye sordum kendi kendime. Derdini paylaşsaydı belki yardımcı olabilirdik; ama onu da esirgiyordu bizden. Oysa bu yurtta sorunsuz çocuk yoktu; herkesin bir, belki de birçok derdi vardı. Derdi olan da paylaşırdı bizimle ve o dertler harmanlanır, parçalanır, zamanla küçülür un ufak olur, sonra da unutulur giderdi. Biz çocukların, hem de “çocuk doktorların” en bildik tedavi yöntemi buydu. Bunu yeni kardeşlerimize de denemek istiyorduk ama… İşimizin ne kadar zor olduğunu biliyordum; ama bu kadarını da beklemiyordum doğrusu.
Beş gündür bizimle yatıp kalkıyor, yemekhaneye gidip, bizimle aynı masalarda yemek yiyordu Semih. Buna rağmen tek kelime etmiyor, başını kaldırıp şöyle bir bakmıyordu etrafa. “İnsan bir merhaba, sabahları bir günaydın da mı demez!” diye düşünmeden edemiyordum. Ama yoktu!.. Tık yoktu! Çaresiz üzerine varmadan sabırla bekleyecektik. Bakalım ne kadar sürecekti bu dilsizlik… Öteden beri büyükler yapar, çocuklar bedel öderdi suskunluklarına katık yaparak. Suskunluk ise bilenmek demekti bizim lügatimizde; kimlere ve neye karşı olduğunu, nedenini, niçinini bilmeden. Ve de ne zaman, nerede eyleme dönüşeceğini tahmin bile edemeden…
Ne olduysa o gece oldu: Gecenin bir yarısı, ortalığı yırtan çığlığıyla uyandık onun. Geldiğinden beri duyduğumuz ilk sesiydi bu. “Baba, baba…! diye bağırıyordu durmadan. Bizim ranzanın altında yatıyordu. İndim aşağı… Yatağında oturmuş, hala bağırıyordu. Aklımdan ilk geçen, kabus gören herkesin “ana, ana” diye bağırırken Semih’in “Baba, baba!” diyerek bağırmasıydı. “Ne oldu Semih, kötü bir rüya mı gördün?” dedim. “Öldüreceğim onu! Öldüreceğim…!” yanıtını verdi bana bakarak. Gözlerinden alev alev kin ve nefretin kıvılcımları sıçrıyordu sanki etrafa. Günlerden sonra ilk kez gördüğüm o gözler korkunçtu… “Kimi öldüreceksin Semih?” diye sordum endişeyle. “Anamı, anamı…! Ana dediğimiz o kahpeyi…!” yanıtını verdi tüm öfkesini kusarak. Sonra da ağlamaya başladı.
İstem dışı da olsa ilk kez benimle konuşuyordu Semih. Buna sevinmediğimi söyleyemem. Ama bu nasıl bir hikayeydi ki, çocuk bağıra bağıra anasını öldürmekten bahsediyordu. Birden neye uğradığımı anlayamadım. İçime bir ateş düştü; bir yerlerim yanmaya başladı. Daha dün tanıştığım bir çocuk için bu nasıl bir tepkiydi Tanrım? Sarılmaya çalıştım ona. Diğer arkadaşlar da uyanmış bize bakıyorlardı yataklarından. Seslerini çıkarmamalarını işaret ettim onlara. Az sonra nöbetçi öğretmenimiz girdi içeri. Sanırım Semih’in çığlığını duymuştu. “Bir şey mi oldu çocuklar? Kimdi o bağıran?” “Semih kötü bir rüya görmüş öğretmenim. Geçer şimdi…” yanıtını verdim. Anlamıştı… Anladığım kadarıyla Semih ve kardeşlerinin durumunu onlar biliyordu. Ses etmeden bizi izledi bir süre sonra da sessizce çıktı gitti.
Semih’in ağlaması durmuş, burnunu çekiyordu. Lavaboya götürüp, yüzünü yıkamasına yardımcı oldum. Hiç itiraz etmedi. O gece hiç birimiz uyumadık; sabaha kadar yattığımız yerde döndük durduk, ya da kalkıp oturduk. Semih belki içini döker diye boşuna bekledim. Eminim diğerleri de aynı beklenti içindeydi.. Ama Semih, bir kaplumbağa gibi kabuğuna çekildi yine. Ne bize baktı ne de iki laf etti bizimle; baykuş gibi oturdu kaldı yatağında. Cesaret edip soramadım da…
***
Bu durumu haftalarca, hatta aylarca sürdü Semih’in. Gecenin bir yarısı “Baba! Baba!” çığlıklarıyla bizi yatağımızdan fırlatıyor, uyandıktan sonra da “Geberteceğim onu! Geberteceğim, annem denen kahpeyi!” diyerek başlıyordu ağlamaya. Her defasında da başucuna varıp onu sakinleştiriyorduk. Duruma hepimiz alışmış gibi davranıyorduk ama alışamamıştık. Onun gibi bizim de yanıyordu içimiz ve bizim de bir yerlerimiz kanıyordu. Kendi kendimize hayatı sorguluyor, içten içe, “Biz niye buradayız; anamız, babamız yok mu bizim? Niye elin adamlarına baba, kadınlarına anne diyoruz? Böyle uydurma anne baba olur mu? Annem ben doğarken ölmüş, babamda başka bir kadınla gitmiş. Kalmışım anneanneme. Ben dört yaşındayken o da ölünce atılmışım yuvaya. Ana kokusu nedir bilmeden büyümüşüm. O da ne? Bakmışım “bütün kadınlar annemmiş!” burada. Ziyaretçi kadınlar bile… Ne komik ama! Komik ama gülemiyoruz bile… Orada burada büyüyüp gidiyoruz işte! “Herkes gibi bizim ailemiz niye yok? Bizim günahımız ne? Nasıl bir suç işledik de bu hallere düştük? Biz günah çocukları mıyız?” diye söyleniyorduk. Ben “Her şey sizin olsun ama bana annemi verin!” diye haykırmak isterken Semih “Annemi, o kahpeyi öldüreceğim!” diyerek, uykusundan bir canavar olarak fırlıyor. Gelin de bu işin içinden çıkın bakalım!! Dünyanın çözümü en zor bilmecesi belki de budur.
Sınıftaki davranışlarında da fazla bir değişiklik olmamıştı; sırasına oturuyor bakışlarını bir yere sabitliyor, öylece kalıyordu yine Semih. Gören de onun iyi bir dinleyici olduğunu sanırdı. Ama öyle olmadığını bir ben biliyordum. Onun kafasında, bir türlü öğrenemediğimiz ama hep aynı şeyler vardı. Yalnız, ders ortasında sınıftan çıkıp gitme alışkanlığında önemli bir azalma olmuş, sanırım beni dinlemişti. Bu konuda bizimle aynı okulun ikinci sınıfına devam eden ortanca kardeşi ile diğerinin varlığının da etkisinin olduğu şüphesizdi. Sık sık onları hatırlattığımı, birlikte onlarla vakit geçirmesini sağlamak için ne çabalar sarf ettiğimi söylemeden geçemeyeceğim.
Müdür babanın ve Psikolog abinin önerisiyle onu futbol takımına almıştık. İlk günlerde pek ilgi göstermese de, bir süre sonra oynamaya başlamış olması hepimizi mutlu etmişti. Bu konudaki yeteneklerini daha sonra görecek onun kapalı kutusunun açılmasına yol açacaktı. Benimle birlikte, okul takımına seçilmesi de o yılın sonunda gerçekleşti. Bu durum onun gibi birini ne kadar etkilediğini tahmin bile edemezsiniz ve her şeyin onun lehine düzeleceğini düşünmeye başlarsınız. Ama bu işler o kadar kolay olmuyordu işte.
Bunda, her ay görüşmeye gelen küçük amcasının etkisi olduğuna şüphe yoktu. Adam ne zaman gelse gitse Semih’te bir değişiklik oluyor, sanki geldiği günlere dönüyordu. Bakışları değişiyor, yeniden suskunluğa bürünüyor, ortalıkta hayalet gibi dolaşıyor, bizleri görmez oluyordu. Sanki uyur-gezer birine dönüşüyordu. Neler yaşandığını bilemediğimizden bir anlam veremiyorduk. Korkmuyor değildim… Yalnız ben geçmişte yaşadıklarının amcasıyla da ilgili olduğunu düşünmeye başlamıştım. “Duyduğumuzdan başka bir hikayesi olmalı…” diyordum içimden.
Nisan ortalarıydı, amcasının gelişinden bir hafta sonra Semih birden kayboldu. Sabah uyandığımızda yatağında yoktu; yatağı düzgündü sanki hiç yatmamış gibi… Oysa her zamanki gibi birlikte yatmıştık. Bir süre sonra horladığını da çok iyi hatırlıyordum. Oraya baktık, buraya baktık yok, sabah kahvaltısında yok, okulda yoktu… Sanki yer yarılmış da yere girmişti. Ya da kuş olup uçup gitmişti.
Müdür baba ilgilileri aradı. Emniyet harekete geçirildi, derken akşama doğru memleketinin emniyetinden haber geldi. Oranın otobüs terminalinde otobüsten inerken enselenmişti. Öğrendiğimize göre, bizim kasaba çıkışında, yoldan geçen bir otobüse binerken, tesadüfen gören bir vatandaşın tanıklığı işi kolaylaştırmıştı.
Geldiğinde tek kelime etmedi. Bir süre yine kimseyle konuşmadı. Biz de bir şey sormaya cesaret edemedik. Sorsak da bir yanıt alamayacağımızdan emindik. Kapalı kutu hala açılmıyordu; üstelik bir anahtar da uyduramıyorduk. Çaresiz, her şey yolundaymış gibi davranmaya devam ettik. İlgimizi biraz derslere daha çok da ilkokullar arası mini futbol turnuvasına yoğunlaştırarak Semih’i saplantısından bir ölçüde uzaklaştırdık.
İkimiz de 12 yaşını bitirmek üzereydik. Bir süre sonra il merkezindeki yurda gidecektik. Terfi mi, sınıf atlamamı bilmiyorduk ama büyüdüğümüz belliydi. Büyüklerimize göre bu iyi bir şeydi. Hesaba göre benim okulu bitirir bitirmez gitmem gerekiyordu. Semih benden üç ay küçük olduğundan, Müdür baba onu beklemem gerektiğini söyledi. Anlaşılan Semih’i koruma kollama görevim orada da devam edecekti. Bu konuda bir şikayetim yoktu. Fakat içimi yiyen kurt ortalığı kemirip, aklımı karıştırmaya devam ediyordu.
“Semih’in annesiyle sorunu nedir? Onu niçin öldürmek istiyor?” soruları bir çekiş gibi, küt küt vuruyordu beynime. Ne zaman sormak istesem, içimden bir ses “Dur acele etme, zamanı var daha!” diyor vazgeçiriyordu beni. Bir keresinde ziyaretine gelen amcasıyla görüşmek istesem de Müdür baba izin vermedi. Neden izin vermediğine, o günlerde hiçbir anlam verememiştim. Oysa “Nedenini bilirsem ona daha çok yardımım dokunur!” diye düşünüyordum, o çocuk aklımla.
Mayıs ayının başlarındaydık. Okulu bitirmemize az kalmıştı. Bir Cumartesi sabahı Müdür baba çağırdı bizi. Dört kişi odasına gittik. Ben ve Semih dışında iki arkadaşımız daha vardı. O, her zaman ki babacan tavrıyla “Artık büyüdünüz çocuklar, buraya sığmaz oldunuz! Sizi yakında büyük şehre uçuracağız. Biliyorsunuz… Oranın buradan farklı olduğunu varınca anlayacaksınız. Fakat hiç korkmayın; orada da bir Müdür babanız, öğretmenleriniz, bakıcı anneleriniz ve pek çok abi ve arkadaşınız olacak. Hem oranın imkanları çok daha fazla… Burada bulamadığınız pek çok şeye orada sahip olma şansınız olacak. Düşündüm ki, bugün kurumun aracıyla oraya gidip Müdür babanızı ziyaret etmeniz, sizin oraya alışmanız için yararlı olacak…” dedi.
Bir saat sonra İl merkezindeki erkek yetiştirme yurdundaydık. Başımızda rehber öğretmenimiz vardı. Merak ve Heyecan içinde koca binayı seyrediyor, kendi kendimize hayaller kuruyorduk. Müdür babayı ziyaretten sonra yurdun yatakhanelerini, yemekhanesini, kütüphanesini ve bahçesindeki spor tesislerini hayranlıkla izledik. Bizim yuvaya göre kendi başına bir şehirdi burası. İçimizden, “Biz burada kayboluruz!” bile dedik.
Öğlen yemeğini yurdun yemekhanesinde yiyecektik. Birlikte yemekhaneye gittik. Nöbetçi öğretmen, abilerimizle tanışabilmemiz için bizi değişik masalara dağıttı. Birbirimizden ayrıldığımız ve de koca koca abilerden ürktüğümüz için tedirgin olmadık değil ama yapacağımız bir şey olmadığı gibi yemek yiyecektik nihayet; önlerinde hazır yemek varken bizi yiyecek değillerdi herhalde… Self servisten yemeğimi alıp masamıza oturmuş, kendimi tanıtmıştım ki, karşımda oturan abi “Yanınızdaki şu esmer, zayıf çocuk, aşığıyla birlikte, karısı tarafından, baltayla öldürülen adamın oğlu değil mi?” der demez, ilk lokmam dilimle yutağım arasında donmuş kalmıştı. Ne yutabiliyordum ne de çıkarabiliyordum. Eminim bir süre sonra nefes de alamayacaktım. Baktım kaldım karşımdaki gittikçe kararan görüntüye. Öfkemden üzerine bile atlayabilirdim o anda. Ama öyle olmadı.
Elimdeki çatal yere düşerken, ağzımda ne varsa püskürttüm karşımdakinin suratına. Ortalık birden karışıverdi. Ne olduğunu kimse anlamamıştı. Karşımdaki abi bile. Benim bu konuda hiçbir şey bilmediğimi ve de bu konuda ne kadar hassas olduğumu nereden bilecekti. Ona göre yaşanan, herkesin bildiği sıradan bir olaydı. Günlerdir, hatta aylardır beynime küt küt inen o tokmak o anda balyoza dönmüş ve tek darbede beni bitirmişti. Masadan kalktığım gibi fırladım dışarı. Dışarı nasıl çıktığımı hatırlamıyorum bile. Bahçede kolumdan yakaladı öğretmenim. Hüngür hüngür ağlıyordum. “Bizden neden sakladınız öğretmenim?” olmuştu ilk tepkim. Afallamıştı bu çığlığıma. “Sizden neyi saklamışız Tuncer oğlum? Gel şöyle oturalım da anlat bakalım!” diyerek bahçedeki bankların birine götürdü beni.
İşte orada öğrendim bizden başka herkesin bildiği olayın bütün ayrıntılarını. Ve de Semih’in annesini neden öldürmek istediğini. “Vay anam, vay!” demişim içinden. Hem de yüzlerce, binlerce kez. Bununla yaşamanın zorluğunu bilmeme olanak yoktu. Kimse de bilemezdi. Semih bile… O işin o kadar başındaydı ki… Bu durumun onu nerelere kadar sürükleyeceğini nasıl bilebilsindi?
Ne yazık ki böyle olmuştu, bir süre sonraki hayatımızı sürdüreceğimiz bu koca bina ve içindekilerle tanışmamız. Hem de konuk olarak geldiğimiz gün. Nasıl bir kaderdi bu; düğüm düğüm örülmüş? Nasıl bir örgüydü ki, bütün hayatımızı bir çoraba sokmuş. Daha başlamadığımız yeni bir ortama ayak basar basmaz yaşadıklarımıza bakar mısınız? Kalıcı geldikten sonra, nelerle karşılaşacağımızı varın da siz düşünün…
Sevgili okurlarım, hikayenin sonrasını merak ettiğinizi biliyorum. İnanın ben de merak ediyorum. Ama kusura bakmayın, yazamayacağım… Bakarsınız Semih anasını öldürmeye kalkar… başımız iyice belaya girer… Bir Kaymakamın bile, üş kuruşluk mal mülk yüzünden öz annesi ile kardeşini öldürme noktasına geldiği, her yıl yüzlerce kadın cinayetinin işlendiği, binlerce çocuğun ortalığa “kedi, köpek” yavrusu gibi savrulduğu ve aile içi katliamların arkasının kesilmediği bir ülkede yaşıyorken, Semih’i durdurabilmenin bir yolu varsa gelsin söylesin birisi bana! Bu durumun benim gibi çiçeği burnunda bir yazarı aşacağını kim inkar edebilir? Edemezsiniz…! Bu yüzden, üzerime gelmeyin… Cesareti olan, yüreği yeten biri varsa yazsın! Benden bu kadar…
Celal ULUSOY 23 Aralık 2022 Karataş – İZMİR
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.