Spinoza’nın muhteşem derinlik ve kuşatıcılıktaki kitabı Etika’yı, 1990’ların başında okudum. Geometrik yöntemindeki bütün mekanikliğine, görünüştaki matematiksel ve kuru anlatımına karşın, adeta büyülenmiştim. Neydi beni büyüleyen? Sanırım bunun nedeni, anımsadığım kadarıyla..
Spinoza’nın muhteşem derinlik ve kuşatıcılıktaki kitabı Etika’yı, 1990’ların başında okudum. Geometrik yöntemindeki bütün mekanikliğine, görünüştaki matematiksel ve kuru anlatımına karşın, adeta büyülenmiştim. Neydi beni büyüleyen? Sanırım bunun nedeni, anımsadığım kadarıyla Tanrı, Doğa (Evren) ve İnsanı monist (tekçi) ve bütünlükçü bir bakışla kavrayıp açıklamasıydı.
Bu büyük düşünür ve yapıtı sonraki yıllarda, Marks, Engels ve Hegel’in, Goethe ve Schiller’in yanında, zihnimin bir köşesindeki seçkin yerini hep korudu. Üstelik saydığım büyük düşünürler de onun, özne-nesne, ruh-beden/madde, Tanrı-evren, yaratan-yaratılan, aşkın-içkin biçimindeki düalist (ikici) ya da metafizik bakışın karşı çıkan, evrene monist ve panteist (doğa-tanrıcı) bütünlükçü bakışını benimsiyor, Aydınlanmanın ve çağdaş felsefi düşüncelerin öncülü olarak kabul ediyorlardı. Feuerbach ve Nietzsche gibi 19. yüzyılın diğer büyük düşünürleri de onda, kendi felsefeleri için belli kökler bulmuşlardı.
Marksizme ilgisizlik hâlâ sürerken Nietzsche, Faucault, Derrida, Delauze gibi Marksizm karşıtı düşünürlerin yanında Spinoza’nın da önemli bir ilgi odağı olmasını neye yormalıyız? Bunu anlayabilmek için kuşkusuz onun felsefesi ile hemhal olmak gerekiyor. Bu da yetmez, özellikle Spinoza’ya ilgiyi artıran toplumsal ve kültürel değişimlere ve nedenlere bakılmalı.
En belirleyici gelişme, geçtiğimiz yaklaşık 40 yıl içinde dünyada ve ülkemizde çok önemli siyasal, düşünsel ve kültürel kırılmaların, altüst oluşlar ve ayrışmaların yaşanıyor olmasıdır. Kuşkusuz bunların temelinde kapitalist Batı uygarlığının yaşadığı derin kriz ve yaratığı sarsıntılar yatmaktadır.
İkincisi, neoliberal karşıdevrimin temel hedeflerinden biri olarak “sosyalizmin sonu”nu ilan eden ideolojik-kültürel gürültülü bir kampanya yürütüldü. Dolayısıyla Diyalektik ve Tarihsel Materyalist düşünceye ilgi azalırken, yerini, küresel merkezlerde üretilen akıldışılığın ve gerçek dışılığın türlü biçimlerini içeren metafizik düşünceler, postmodernizm ve Nietzsche felsefesi aldı. Onun türevleri Derrida, Faucault, Delauze’un öncülük ettiği postmodernistler, bilimsel ve gerçekçi düşünceye karşı birey merkezli çıkış(sızlık)ları, öznel idealizmi, çöküş ve çürüme kültürünü kutsayan teoriler ürettiler.
Üçüncü önemli gelişme ise, liberal Batı sisteminin girdiği son krizden çıkamadığı gibi, kültürel olarak da kendi toplumsal ve kültürel dinamikleriyle aşması olanaksız derin ve onulmaz bir insani, ahlaki çürüme süreci yaşıyor olmasıdır. Bu olgu, uygarlığın kaçınılmaz olarak Avrupa merkezlilikten Asya merkezliliğe doğru kaymakta olduğunu gösteriyor. Özetle, Batı’da ortaçağın değerleri ve hurafe yaygınlaşıp yükselirken, Doğu’da bütün iniş-çıkışlarına karşın aydınlanmanın dinamikleri, akılcılık ve toplumculuk yükselişini sürdürüyor.
Sözkonusu gelişmeler bağlamında, şimdiye dek Batı merkezli üretilen bütün felsefi, bilimsel, etik, estetik, toplumsal, siyasal düşüncelerin kapsamlı ve derin bir sorgulama ve eleştiri süzgecinden geçirileceğini öngörmek kehanet sayılmaz. Böylece daha ileri ve yüksek, ufuk açıcı yeni düşünsel, kuramsal sentezlerin gündemde olduğunu söyleyebiliriz. Kuşkusuz bu kaçınılmazlık, insanlığın binlerce yıllık uygarlaşma ve insanlaşma yürüyüşünde elde edilen maddi-manevi kazanımların üzerine kurulacak olan daha özgür, eşitlikçi ve yetkin bir geleceğe doğru ilerleme arzusunun bir ifadesidir.
***
Spinoza, işte bu iki temel gelişmeler ile sıkı sıkıya bağlantılı olarak Batı ve Doğu merkezli felsefi tartışmaların tam da odağında yer almaktadır. Başka deyişle Etika, hem Batı’nın Aydınlanmacı ve akılcı düşüncesinin kaynağını, hem de genel olarak Batı düşüncesinde içerilmeyen, içselleşmeyen Doğu düşüncesine özgü önemli bazı ögelerin bileşimini, sentezini temsil etmektedir. Ülkemiz için önemi ve anlamı ise, Batı ve Doğu dinamiklerinin çatıştığı, iç içe geçtiği, kesiştiği bir toplum olmamızla bağlantılıdır. Bu iki uygarlık ve kültür olgusundan, yer yer eklektizmi aşamayan, Doğu ve Batı’nın tam da kesiştiği bir noktada olmanın özgün kültürel biçimlerini yaratma çabasında bir sentez oluşturulmaya çalışmaktayız. Bu nedenle Türkiye’nin felsefi-kültürel tartışma gündemine boylu boyunca girmektedir Spinoza.
Öte yandan, Spinoza’nın gerek Batı’da gerekse ülkemizde çok tartışılan filozoflardan biri olmasında, 20. yüzyılın en önemli bilimsel gelişmesi olan ve mekanik materyalizmi, pozitivizmi mahkum eden Kuantum ve Görelilik kuramlarının genel ve etkin rolünün büyük payı vardır. Kaldı ki, sözkonusu kuramların bilimsel temel kazandırdığı felsefi kavrayışı, yani maddenin, evrenin karmaşık ve bütünsel diyalektik hareket yasalarını Marks ve Engels daha 19. yüzyılda ortaya koymuşlardı. Dolayısıyla Kuantum ve Görelilik kuramları, Diyalektik ve Tarihsel Materyalizme tartışılmaz bir temel kazandırdılar.
Ne var ki, Descartes’çı, mekanik maddeci mantığın geçerliliğini yitirdiği çağımızda, en gericisinden en devrimcisine herkes Spinoza’da kendisine bir köken, bir destek bulma yarışı içinde. Çünkü, Spinoza felsefesinin esasını, Özne ile Nesneyi, Tanrı ile Doğayı, yaratan ile yaratılanı, Ruh ile Maddeyi (bedeni) birbirinden koparan Descartes’ın düalist akılcılığına karşı bütünlükçü bakış oluşturuyordu. Bu bütünlükçü düşüncenin en güçlü temelleri de, en az üç bin yıllık Doğu kültürünün genlerine işlenmişti.
Ama ne tuhaftır ki bu yarışta, karşıt iki dünya, aynı Spinoza’da, birbirine karşıt amaçlarla kendi karşıt düşüncenin köklerini ve doğrulamasını aramaktalar. Batılı aydın onda akıldışılığın, arzuların, öznel-bireysel tutkuların, doğal bir varlık olarak bilinç dışı davranışların felsefi kaynağını bulduğunu düşünmekte. Doğulu aydın ise, haklı olarak hem akılcılığın hem de Doğu’ya özgü bütünlükçü (doğa-tanrıcı) sezgisel aklın ve bilgeliğin felsefi ögelerine ulaşmaktadır.
Birbirine karşıt her iki eğilim de, yukarıda tablosunu çizmeye çalıştığımız çarpıcı gerçeği yansıtmakta: Çöken ve dağılan uygarlıklar nesnelci ve toplumsal odaklı akla değil, öznelci ve bireysel odaklı, çürümeyi, dağılmayı, yani entropiyi artıran akıldışılığa; yükselen uygarlıklar ise, nesnelci ve toplumsal odaklı kurucu, gerçekçi, birleştirici ve yaşamsever niteliği nedeniyle akılcılığa ve bilime yönelmektedir.
***
Türkiye, sadece Doğu ve Batı kültürlerinin içiçe geçtiği bir coğrafya olmasının ötesinde, kütürel olarak da büyük bir sentezin yaşandığı, mayalandığı bir toplumdur. Örneğin Spinoza deyince ilk akla gelen doğa-tanrıcı (panteist) düşünce, Anadolu kültürü ve tarihinde, başka hiç bir toplumda olmadığı kadar derinden etkili ve belirgindir. Türk halkı, bir olgunun tanımını yapmaktan, üzerinde çeşitli soyut akıl yürütmelerde, fanteziye varan fikir tartışmalarında bulunmaktan çok öncelikle onu bütün aklı ve yüreğiyle, yani gönülden yaşar. Nasıl mı? Her köşe-bucakta beklenmedik bir şekilde türbesiyle karşımıza çıkan Anadolu dervişleriyle… Başta Yunus Emre, Hacı Bektaş, Mevlana, Pir Sultan ve Şeyh Bedreddinler ise bu felsefeyi, hem şiirlerinde ve düşüncelerinde, hem de yaşamlarında içselleştirerek, büyük bir aşka dönüştürerek savunmuşladır.
Etika’nın, hem Batı düşüncesinde hem de Doğu-Batı felsefe ve kültürleri arasındaki çatışma ve sentezlerde önemli bir kavşak, bir kesişme noktası olduğu açıktır. Ülkemizde en iyi kavrayan ve anlatan kişi ise H. Ziya Ülken’dir. Bu da bir rastlantı değildir; çünkü Ülken, Kemalist Türkiye’nin Aydınlanmacı ulusal sentezini ve dolayısıyla Devrimci Batı’nın akılcı felsefesi ışığında Doğu düşüncesini en kapsamlı inceleyen ve kavrayan düşünürdür.
Etika’nın bizdeki ilk çevirisini yapan Hilmi Ziya Ülken’in yorumu şöyledir: “Spinoza geniş kamutanrıcı (panteist) görüşü içinde maddeciliği ve ruhçuluğu birleştirmesi bakımından birbiriyle karşıt bir çok düşünce yollarının birleştikleri nokta ve yine kendisinden birbirine aykırı yolların doğduğu büyük bir başlangıç noktası olduğu için, kendi cinsinde tek ve örneksiz bir filozoftur.
“Aslında Endülüslü olup Selçuklular devrinde Anadolu’da yerleşmiş ve orada bir fikir çığırının başı olmuş olan İbn Arabi’nin sistemi genel çizgileriyle Spinoza sistemine benzemekle birlikte, sonuçlarında ondan pek çok ayrılır. Spinozacılığın temeli olan determinist görüşe büsbütün aykırı, akılla kavranamaz irrasyonel bir varlık görüşü onun [İbn Arabi düşüncesinin] temelidir. Genel olarak tasavvufta ‘Vahdet-i vücut’ diye tanınan düşünce yolu ile Spinoza’nın çığırı arasında bu esaslı ayrılık unutulduğu için, sırf onları tanrı ile tabiatı bir görmeleri bakımından birleşik noktaları üzerinde durularak bir çok yanlış yorumlara kapı açılmıştır.”(1)
Ülken’in bu saptaması kuşkusuz bazı açılardan, özellikle 20. yüzyılın idealizm ve materyalizm tartışmaları bağlamında çok önemlidir. Aynı doğa-tanrıcı bakış, farklı ifadelerle, Tanrı, doğa ve insan bütünlüğünde birleşiyor ama farklı noktalardan bakarak. Biri, idealist düşüncenin baskın olduğu ve yükseldiği, dünya ve evrenle ilgili bilgilerin son derece sınırlı olduğu ortaçağ koşullarından, diğeri ise, Kopernik ve Galile ile Güneşin ve evrenin Dünya etrafında değil, Dünyanın Güneş etrafında döndüğü, buna bağlı bir çok doğa gerçeğinin bilimsel olarak kanıtlandığı ve maddeci bilimsel düşüncenin hızla yükseldiği Aydınlanma arifesinde bir çağdan…
Her şeye karşın, İbn Arabi’nin, yaşadığı 13. yüzyılda çağının en ileri felsefi düşüncesini temsil ettiğini de unutmayalım. O, hakikate ulaşmada aklın yetersiz kaldığı, hakikate içsel yolculukla, sezgisel, mistik-tasavvufi yollarla ulaşılmaya çalışıldığı çağa egemen idealist-mistik bakışın içinden felsefe yapmaktaydı. Kaldı ki şu da kesindir; Spinoza felsefesinin kaynağında, köleci Yunan-Roma uygarlıklarının mirası düalist düşünce değil, Asya’da Anadolu’da ve Endülüs’te sentezlenen ve mayalanan, Hallacı Mansur, Farabi, İbni Sina, İbni Arabi, İbni Rüşt, Seyyit Nesimi ve Anadolu bilgelerinin 500-1000 yıl önce geliştirdiği doğa-tanrıcı felsefe vardır. Bu bir yorum değil, tarihen kanıtlanmış bir olgudur.
Bu noktada Ülken’in, bilimselliğin en önemli ilkesi olan tarihsellik noktasında hatalı bir bakışı olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü, İbni Arabi ile Spinoza arasında yaklaşık 400 yıllık bir zaman aralığı var. Bu süreçte gerek doğanın ve insanın keşfi, gerekse evrensel olguların, hakikatlerin, onlara ulaşma yollarının bir bütünlük içinde değerlendirilmesi bakımından çok büyük yol alındı. Elbette Spinoza, bu bağlamda daha gerçekçi, akılcı ve daha derin ve bütünsel bir kavrayışa sahip olacaktır. Ama öte yandan, daha geniş bir perspektifle, 2500 yıllık tarihe baktığımızda felsefenin ana konuları ve sorunsallarında pek bir değişiklik yoktur.
Yaklaşık aynı dönemde, MÖ 5-6. yüzyıllarda ortaya çıkan Taoculuk, Budizm, Zerdüştizm ve Yunan felsefesini ve onların ve türevlerinin temel önermelerini incelediğimizde, 2500 yıllık tarihte, Tanrı ile Doğa, Tanrı ile İnsan, Doğa ile İnsan ve İnsan ile İnsan arasındaki ilişki hep merkezi ve tayin edici konumda olmuştur.
Bugün geldiğimiz, bilimin evrenle ilgili bir çok bilinmezi çözdüğü, yukarıdaki felsefi konulara ilişkin bilgi ve ufkumuzun alabildiğine genişlediği noktada insanlık temel bir felsefi sorunu aşmak zorunda. Sorun ve tartışma, bu ilişkilerin, karşıtların mücadele ve birliğine dayanan diyalektik bir bütünlükle mi, yoksa düalist, birbirini tamamen dışlayan metafizik karşıtlıklar olarak mı kavranacağı noktasındadır. Başka deyişle, Tanrı ile Doğa, Tanrı ile İnsan, Doğa ile İnsan ve Özne ile Nesneyi, birbirine karşıt, birbirini dışlayan varlıklar olarak mı, yoksa birbirini içeren, birbirini tamamlayan varlıklar olarak mı kavrayacağız? Özetle; Tanrı insanın tamamen dışında mı, yoksa içinde mi? Doğa’nın bir parçası olarak insan doğanın, doğa insanın içinde mi, dışında mı? Vb, vb… İşte Doğu felsefesinin de devreye girdiği bu büyük tartışmanın merkezinde yer alıyor Spinoza.
***
Günümüzde “Spinoza’yı keşfetme”nin en çok gürültüsünü yapanlar Nietzsche severlerdir. Ya da daha genel ifadeyle liberal-postmodern aydınlardır. Başka deyişle, insani, toplumsal varoluş sınırlarını zorlayan, hatta yıkan şey, Gerici Batı’nın bencil, bireyci kültürüdür. Bunda da felsefi olarak Nietzsche’nin düşünceleri etkili olmaktadır. Çünkü, Spinoza’nın, özellikle Descartes’cı düalist (ikici) ve mekanik akılcılığa karşı çıkarken, insani arzuların, yani doğanın bir parçası olarak insanın doğal, içgüdüsel dürtülerinin, arzularının önemine yaptığı vurguları, Nietzsche kendi düşünceleri için -daha sonra farkına varıp uzaklaşacağı bir yanılgı olsa da- önemli bir kaynak olarak görmüştür.
Kısacası Spinoza’nın, Etika’daki katı akılcılığı bütün ağırlığıyla ortadayken, Aydınlanma ve akılcılık karşıtı, nihilist ve bireyci bir düşüncenin kaynağı olarak gösterilmesi tarihin, özellikle de günümüzün garip bir cilvesi, ya da Batı merkezli entelektüel bir sefaletidir. Bu anlayışta, bir çok benzerinde olduğu gibi, Spinoza’nın temel düşüncesi bütünsel bağlamından kopartılıp tek yanlı ve öznel bir yorumla çarpıtılmıştır.
Örneğin, Frederic Lenoir’in Spinoza Mucizesi adlı kitabı, flozofla ilgili, onun yaşamını, temel düşüncelerini yansıtmak ve yorumlamakta oldukça başarılı önemli bir kaynaktır. Bununla birlikte, değerlendirme ve yorumlarında sözkonusu Batılı birey merkezli etik, özgürlük, mutluluk yanılgısından ve çıkmazından kurtulamamaktadır.
Lenoir, Spinoza’yı ne kadar nesnel yansıtırsa yansıtsın, kendi yorumunu katarken, onun, birey merkezli çıkarımlara yol açabilecek kimi düşüncelerini bütünden kopartarak ele almaktadır. Bunu yaparken de kuşkusuz postmodern kültür kuşatmasında şekillenen Batılı entelektüelin gündemindeki baskın kavram ve değerler etkili olmaktadır.
Sözkonusu kavramlardan biri, örneğin Schopenhauer’in insan davranışlarının temel itici gücü olarak felsefesini yaptığı, postmodernistlerin de aynen sahiplendiği içgüdüsel “arzu”dur. Yine, toplumsal hiçbir yükümlülükle bağı olmayan, tamamen bireysel içsel tutarlılığa dayandırılan “içkinlik”çi ahlak anlayışı da Etika’daki bütünlüklü bağlamından kopartılarak ele alınmakta. Bu çarpıtılmış yorumlara bakıldığında, “Spinoza’ya göre ‘arzu insanın özüdür’. İnsan aslen arzulayan bir varlıktır.”(2) Bu yaklaşımla insan, ilkel-içgüdüsel veya gelişkin arzularıyla kişilik ve kimlik kazanan bir varlık oluyor! Ama öte yandan onu kişi ve kimlik sahibi yapan toplumsal boyut, toplumsal etkenler yoktur ya da önemsizdir.
Liberal, birey merkezci bakış, Aristo, Epiküros ve Stoacılardan bu yana Batı düşüncesinde egemen anlayıştır. Batı aydınlanmasının bütün düşünürlerinde olduğu gibi Spinoza da bu birey merkezli bakış açısının dışında değildir. Etika’da bu, “Erdemin temel ilkesi kendi varlığını koruma gayretidir ve insan için mutluluk, varlığını koruyabilmekten ibarettir” (s. 237) diye vurgulanır. Oysa modern çağda bir insanın, mutluluk ve bireysel varlığını koruyabilmesinin temel koşulu ise, bireyin toplumsal bir varlık olmasından geçer. Bu bağlamda Etika’nın çeşitli yerlerinde duygulanım ile aklın birliğine vurgu yapılır. Bu, aynı zamanda birey ile toplumun bütünlüğünü ifade eder.Daha geniş tartışmayı ayrı bir yazıda yapmak gerekiyor. Ancak kısaca belirtmeliyiz ki; 1) Spinoza’nın sistematiğinde duygulanım ve akıl alanlarının ayrı bölümler olarak incelenmesinin getirdiği kopukluk; 2) dönemindeki, insanın doğal ve bireysel varlığını boğan dinsel ve toplumsal dış baskıya karşı insanın değiştirilemez doğal ve içsel yetilerine vurgu yapma ihtiyacı, ne yazık ki bugünkü sığ bilgiye dayanan tek yanlı, yanlış yorumların ve çarpıtmaların kaynağını oluşturuyor.
Ancak Spinoza’daki bağlamı ne olursa olsun, Lenoir’un, birey merkezli postmodernizmin akla değil arzuya vurgu yapan tavrını paylaşan yorumu çok açıktır: “Ne kadar hayati olursa olsunlar, akıl ve irade bizi kötü bir tutkudan, tahripkar bir bağımlılıktan kurtarabilecek güce tek başına sahip değildir. Gerçekten değişmemizi sağlayabilecek tek güç arzudur. Sadece zihinle bağlantılı olan akıl ve iradenin kudretsiz kaldığı noktada tüm varlığımızı değişim için seferber edebilecek unsur, hem beden hem de zihin gücü olan arzudur. (3)
Nietzsche, Spinoza’dan çok etkilenir ve onun, metafizik mutlakçı iyi-kötü ikilemini aşan etik yaklaşımını benimser. Bu düşüncesini İyiliğin ve Kötülüğün Ötesine ve Ahlakın Soy kütüğü adlı yapıtlarında işler. Ancak çok önemli bir farkla: Hollandalı filozofun kurduğu güçlü akılcı sistemin yerine akıldışılığın öne çıktığı aforizmalara dayanan kaotik bir sistem oluşturur.
Spinoza’nın akılcı, nesnelci mantığı o kadar baskındır ki, Nietzsche ve yandaşlarının o bütünlükten kopartabileceği fazla bir şey yoktur. Üstelik Spinoza bu konuda daha ileri gider ve etiğin, insanı ilkel hazlarına gönüllü kulluğundan kurtarma amacı taşıdığını gösterir: “İnsanı kendi duygulanımlarını yönetme ve onlar üzerinde egemenlik kurma acizliğine kölelik diyorum. Gerçekten, duygulanımlarına bağlı olan insan kendi kendisine sahip değildir. Duygularının boyunduruğundaki insanın ipleri kendisinin değil kaderin elindedir; hatta kaderin onun üzerinde öyle bir gücü vardır ki, insan neyin daha iyi olduğunu görse bile çoğunlukla daha kötüyü yapmak zorunda kalır.”(4)
Bu düşünceler, öznelliği ve başına buyruk duygulanımları “özgürlük” olarak yücelten, çağdaş akılcılığa ve toplumculuğa düşman Nietzsche ve ardıllarına 200 yıl önceden verilmiş tokat gibi bir yanıttır.
Sonuç olarak; bugün Spinoza, devrimci Batı’nın aydınlanma ilkelerini ve değerlerini Asya merkezli yeni bir aydınlanma çağına taşıyacak büyük bir flozoftur. Marks, Engels ve Batı’nın devrimci düşünürleri bugün nasıl Asyalı olmuşsa, Spinoza da artık Asyalıdır.
Mehmet Ulusoy
Eylül 2022
Dipnotlar
(1) Spinoza, Geometrik Düzene Göre Kanıtlanmış ve Beş Bölüme Ayrılmış olan Etika, Türkçesi: Hilmi Ziya Ülken, Ülken Yayınları, üçüncü baskı, İstanbu, 1984, s. 5-6.
(2) Frederic Lenoir, Spinoza Mucizesi, İş Bankası Yayınları, 3. basım, İstanbul, 2019, s. 97.
(3) Lenoir, age, s. 99.
(4) Spinoza, age, s. 219.
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.